sarı saçlı, mavi gözlü ve sevimli bir Çerkez kızıydı.
İkbal ve Nazikter, geldikleri köyde beraber büyümüşlerdi. Nazikter, İkbal’den ancak üç yaş kadar büyüktü. Yıldız’da da birbirleriyle çok iyi geçiniyorlardı.
İkbal’in Nuri isminde bir de erkek kardeşi vardı.
Nuri, Tıbbiye Mektebi’nin son sınıfındaydı. Kız kardeşini ara sıra ziyarete gelirdi.
İkbal, Nazikter’in Yıldız Sarayı’nda karanlık bir odaya hapsedildiği gün, Şehzade Burhanettin Efendi’nin dairesinden harem-i hümayuna getirilmişti.
İkbal’in buraya getirilmesinin sebebini Padişah’la Melahat’ten başka bilen yoktu.
Nuri’nin son günlerde kardeşini sık sık ziyaret etmeye başlaması yalnız Melahat’in dikkatini çekmişti.
Melahat bir gün babasının odasında otururken Cevdet Bey’in masasını karıştırmış ve orada, Burhanettin Efendi’nin dairesinde olup bitenleri Cevdet Bey’e günü gününe haber veren bazı jurnallere tesadüf etmişti.
Melahat bu jurnalleri incelediği zaman birçok şey öğrenmiş ve Padişah’ın oğluna bile güveni olmadığı fikrine kapılmıştı.
İşte Melahat, İkbal ve Nuri Bey’e ait bilgileri bu jurnallerden almıştı.
Yalnız meselede Melahat’in anlayamadığı bir nokta vardı. Nuri ve İkbal hakkında verilen jurnalleri Cevdet Bey neden Padişah’a göstermiyordu?
Mademki bu iki gençten şüpheleniyorlar ve aleyhinde birçok şeyler yazıyorlardı, Cevdet Bey bu önemli haberleri nasıl olur da efendisinden gizleyebilirdi? Buna imkân yoktu.
Cevdet Bey, Padişah’ın sadık bir kölesi ve sırdaşıydı. Melahat’in kafasının içinde şüpheler böylece akıp gidiyordu.
Padişah’ın bu işten haberi olmadığı muhakkaktı. Çünkü Melahat bu haberi Hünkâr’a verdiği zaman Abdülhamit hiddetinden küplere binmişti.
Padişah bu mesele karşısında evvela Nazikter’i cezalandırmış, sonra da İkbal’in hareme alınarak göz önünde bulundurulmasını emretmişti.
İkbal’se bu daveti Padişah’ın bir teveccühü saymıştı ve bu vaziyetten faydalanmaya çalışıyordu.
Başmusahip’in Nazikter’e ilgisi vardı. İkbal bunu düşünerek kendisine müracaatla Nazikter’i gizlice görmek için müsaade istemişti.
Başmusahip, İkbal’in bu müracaatını reddetmemiş, kimse görmeden onu Nazikter’in bulunduğu odaya götürmüştü.
Nazikter, İkbal’i görünce hayretinden dudaklarını ısırarak yerinden fırladı. Birbirlerini altı aydan beri görmüyorlardı.
“Kardeşim, seni de mi buraya attılar?”
“Sus, Nazikter! Ben seni görmeye geldim.”
Bodrumun kapısını kapadı. Kızlar birbirlerine sarıldılar ve öpüştüler.
İkbal, Nazikter’in başına bu felaketi getiren kızın Melahat olduğunu öğrenmişti.
“Kardeşim!” dedi, “O yezidi, bu sabah Kâzım Bey’le baş başa konuşurken kapının aralığından gözetledim. Efendimize gidip haber vereyim mi? Sen ne dersin?”
Nazikter, kendisini ziyarete gelen İkbal’i dinledikten sonra kulağına eğildi.
“Dışarda kim var?” diye sordu.
İkbal vaziyetinden emindi.
“Korkma.”
“Yalnız mı geldin?”
“Başmusahip getirdi.”
Nazikter hayret etti.
“Nasıl olur, korkmadı mı?”
“Onun seni ne kadar sevdiğini hâlâ öğrenememişsin galiba?”
“Bilirim. Acem kılıcı gibidir; Melahat şırfıntısının şu iftirasına göz göre göre sustu. Sesini bile çıkarmadı.”
“Sen öyle zannediyorsun, Nazikter! O, el altından senin kurtulman için çalışıyor.”
“Ne faydası var? Bir şıllık yüzünden Padişah’ın gözünden düştüm. Efendimiz bir daha benim yüzüme bakar mı?”
Bunları söylerken Çerkez dilberinin gözleri sulanmıştı. Çocukluk arkadaşına o günlerde başından geçenleri etrafıyla anlattı. İkbal, bu karanlık ve sıkıntılı mahzende ağlamaktan gözleri şişen Nazikter’i teselli ettikten sonra birden hatırına yeni bir kurtuluş çaresi gelmiş gibi sevindi.
“Nazikter,” dedi, “senin buradan kurtulabilmen için kardeşim Nuri’yi Melahat’in başına musallat edelim, olmaz mı?”
Nazikter’in yüzü güldü.
“Çok iyi olur. Fakat Nuri Bey’in onunla görüşmesi nasıl mümkün olacak?”
“Sen rahat ol. Ben Nuri’ye haber gönderirim, gelir.”
“Sonra?”
“Melahat’le dost olacağım. Nuri gelir gelmez, derhal bir yolunu bulup onu Melahat’le tanıştıracağım.”
Nazikter neticeyi gözü ile görür gibi tahmin etmişti.
“İkbal,” dedi, “Efendimiz bugünlerde Tıbbiyelilerden çok kuşkulanıyor. Nuri Bey’in buraya seni görmeye gelmesi kendisi için bir tehlike oluşturmaz mı?”
“Aman yavaş, kimse duymasın! O bir fedaidir.”
“Nuri mi?”
“Evet. Aman Nazikter, ağzını sıkı tut. Sonra mahvoluruz.”
“Fedai ne demek? Bana biraz açıkla bakayım.”
“Canım, sen oralarını karıştırma! Zaten benim de pek bilgim yok ya… Nuri’nin çocukluğu… Okulda birkaç arkadaş toplanıp öteye beriye imzasız tehdit mektupları gönderiyorlar.”
“Aman dikkat et, İkbalciğim. Bunlar çok nazik meselelerdir. Başına bir felaket gelirse, Hünkâr ’ın elinden kendini kurtaramazsın!”
“Ben çocuk değilim. Nuri’ye gelince; onu sarayda seven ve koruyan birkaç kişi var. Şimdi biz onu bırakalım. Sen onunla Melahat’in tanışmasını arzu ediyor musun? Bana onu söyle!”
“Pekâlâ! Fakat ilişki fazla ilerlemesin. Sonra o şeytan kız, kardeşini baştan çıkarır.”
“Ben o şırfıntıya bir oyun oynayayım da, sen de gör.”
“İkisi görüşürlerken hemen Başmusahip vasıtasıyla Efendimize haber vermelisin!”
İkbal, Nazikter’in yanından ayrılınca hemen faaliyete geçti. İlk işi, kardeşi Nuri Bey’e mektup yazmak oldu.
Aradan iki gün geçmişti.
İkbal, kardeşinin saraya gelip kendisini görmesini bekliyordu.
Bu iki gün zarfında İkbal, Melahat’le dost olmanın yolunu bulmuştu. Başmusahip, İkbal’i fazlasıyla koruyordu. İkbal bu sayede Melahat’le görüştükten sonra onun yakasını bırakmamış ve sabah akşam odasını ziyaret ederek münasebeti derinleştirmeye başlamıştı.
Halbuki Melahat, İkbal’i adım adım takip ediyordu. Başmusahip’in himayesine rağmen Melahat genç kızın bütün planlarını öğrenmişti.
Padişah’ın diğer musahiplerinden Cafer Ağa da Melahat’e yardım ediyordu.
Esasen, İkbal’in Burhanettin Efendi dairesinden Yıldız