İskender Fahrettin Sertelli

Abdülhamit ve afrodit


Скачать книгу

geldiği zaman Padişah’ın hiddetinden gözleri dönmüştü. Melahat ile Kâzım Bey arasında geçen konuşma tesadüfen Melahat’in lehinde olduğundan, genç kız Hünkâr’ın gazabına uğramaktan kurtulmuştu.

      Sakinleştikten sonra Abdülhamit, kendisiyle konuşmak için gelen Serasker’i daha fazla bekletmemek için, Melahat’e yandaki odaya geçmesini emretti.

      Melahat, pencereleri kapalı ve karanlık bir odada, büyük bir şüphe ve korku içinde hadisenin ne netice alacağını düşünerek beklemeye başladı.

      Serasker Rıza Paşa huzura girmişti.

      Bir gün evvel Padişah’a cuma selamlığında kısmen bahsettiği Yemen İsyanı, Osmanlı Devleti’ni müşkül vaziyete sokacak gibiydi.

      “Zat-ı Şahanelerini üzen isyan haberinden sonra, Yemen Valisi’nden ve Yedinci Ordu Kumandanı Feyzi Paşa’dan şifreler aldık. Yemen İsyanı maalesef gittikçe vahamet kazanmaktadır,” dedi.

      Abdülhamit şifreleri dikkatle okudu.

      “Feyzi Paşa’nın bu isyanın önüne geçeceğinden eminim. O, Yemen çevresini ve isyanın nasıl bastırılması gerektiğini çok iyi bilir. Kendisine tüm yetkilerin verildiğini ve isyan eden Arapların cezalandırılması ile beraber diğer tüm kabilelerin de tatlılıkla yola getirilmesini istediğimi yazınız!”

      “Efendimiz uygun görürlerse Yemen’e biraz da para gönderelim. Zira Yemen kabileleri fevkalade ihtiyaç ve yokluk içindeymiş.”

      “Siz harbiye bütçesinden para göndermiyor musunuz?”

      “Eldeki para ile ancak mühimmat ve savaş aracı tedarik edebildik. Hatta orduya dört aydan beri aylık bile veremedik!”

      Padişah bu haberi işitince elindeki kâğıdı buruşturarak karşısındaki adamın üzerine attı.

      “Yemen çöllerinde asilerle savaşan asker ve zabıtanın dört aydan beri maaş almadıklarını bana ne cesaretle söylüyorsun?”

      Rıza Paşa zeki ve kurnaz bir adamdı. Padişah’a yirmi gün evvelki bir müzakere ve konuşmayı hatırlatarak, “Para cihetinden çok sıkışık bir vaziyette olduğumuzu daha yirmi gün önce zatınıza arz etmiştim. Efendimiz bunu dikkate almamıştı. Ayrıca bizden yirmi bin altın lira aldırmıştınız zannederim!” dedi.

      Abdülhamit, Serasker’in bu acı hatırlatması üzerine mahcup olmuştu. Rıza Paşa’yı çok severdi. Tehlikeli vaziyetleri Hünkâr’ın yüzüne söylemekten çekinmeyen Rıza Paşa, Abdülhamit’in can alacak damarını bulmuştu. Padişah, Yemen İsyanı’na karşı o günlerde lüzumundan fazla alaka ve hassasiyet gösteriyordu. Bu alaka dolayısıyla da Müşir Feyzi Paşa’yı Hicaz’dan derhal Yemen’e göndermişti. Feyzi Paşa, kolağalığından beri tüm ömrünü Yemen’de geçirdiği için Yemen isyanlarını birkaç defa bastırmayı başarmış ve Yemen ahalisine kendini çok sevdirmişti. Yemen’de Feyzi Paşa’yı sevmeyenler bile hiç olmazsa ondan korkarlardı.

      Abdülhamit, Yemen İsyanı’nın katiyen bastırılmasını istiyordu. İmam Yahya’ya saraydan bazı kıymetli hediyeler gönderilmesini irade etmekle beraber Rıza Paşa’nın tavsiyesini de reddetmemişti.

      “Yemen’e derhal iki yüz elli bin mecidiye gönderilsin. Fakat bu paranın Hüdeyde’ye varmasından önce, orduya şimdiden bir maaş verilmeye başlanmalıdır.”

      “O halde bu para kime verilecek?”

      “Asilere.”

      Padişah, Yemen’de isyan eden Araplara verilmek üzere hazineden iki yüz elli bin mecidiye gönderilmesini emredince, Serasker Rıza Paşa geniş bir nefes almıştı.

      Artık bu mesele etrafında görüşülecek fazla bir nokta kalmamıştı. Serasker’in en çok endişe ettiği şey, Padişah’ın para vermemesi ihtimaliydi. Para meselesi hallolunca, diğer mahalli hadiselerin Yemen Kumandanı Feyzi Paşa ile de örtbas edilmesi imkânı vardı.

      Rıza Paşa, Abdülhamit’in yanından çıkınca doğruca Babıali’ye giderek Sadrazam’ı görecekti.

      Padişah, Rıza Paşa’nın arkasından derhal Melahat’i yanına getirtti.

      “Eeee… Anlat bakalım!” dedi. “Yaver senden ne istiyordu?”

      Melahat bir saatten fazla kaldığı karanlık odada epeyce düşünmüş ve Hünkâr’ın sorması muhtemel olan sorulara verilecek cevapları hazırlamıştı. Abdülhamit’in yüzü gülüyordu.

      “Cariyeniz tarafından gizlice takip edilip araştırılmasını ferman buyurduğunuz işler hakkında çok önemli bilgiler elde etmiştim. Fakat Yaver Kâzım Bey…”

      “Şimdi onu bırak. Evvela, elde ettiğin o önemli bilgilerin neden ibaret olduğunu söyle!”

      Melahat, Padişah’ın iltifat ve tebessümlerinde samimiyet olmadığını anlamıştı. Gözünün önünde yaşanmış bir de cinayet sahnesi vardı. Bu önemli hadiseler karşısında kendisini kurtarmaktan başka yapabileceği bir şey olmadığını anlamış, ciddi bir tavırla Hünkâr’a cevap veriyordu.

      “Dün Şehzade Burhanettin Efendi’nin dairesine şüpheli bir adamın geldiğini haber almıştım.”

      Padişah gözlerini açtı.

      “Kimmiş bu şüpheli adam?”

      “Tıbbiyeli bir gençmiş.”

      “Burhanettin’in dairesinde kiminle görüşmüş? Orasını anlayamadın mı?”

      “Sarı saçlı, mavi gözlü ve orta boylu güzel bir kızla. Fakat bu kız, o gencin hemşiresiymiş.”

      “Tıbbiyeli olduğu kesin mi?”

      “Evet, Efendimiz. O kız saraya alındıktan bir müddet sonra Tıbbiye Mektebi’ne girmiş.”

      “Pekâlâ netice?”

      “Yaver Kâzım Bey’in Şehzademizin dairesine her zaman girip çıktığını bildiğim için, o kızın ve bu gencin kim olduğunu ondan öğrenmek istemiştim.”

      “Fakat siz böyle bir şey konuşmuyordunuz. Ben kulaklarımla işittim. Saklama, o melun seni seviyor, hatta kaçırmak istiyordu!”

      “Onun sevmesinin ne kıymeti olabilir, Sultanım? Ben ona bu hususta lazım gelen cevabı vermiştim.”

      “İşittim. Onu da işittim ve memnun oldum. Bu sadakatinden dolayı seni ödüllendireceğim!”

      Abdülhamit, Melahat’i sevip öpmeye başlamıştı.

      “Bak, hava ne kadar sıcak. Bu akşamüstü seninle birlikte gül bahçesindeki havuzda yıkanırız, olmaz mı?”

      Melahat, uzun kirpiklerinin arasından Padişah’ı inceleyip de efendisinin hayvani güdülerinden başka bir şey düşünmediğini görünce, “Mademki Efendimiz irade buyuruyorlar…” dedi ve en ciddi erkekleri bile çıldırtıp felce uğratan baygın bakışlarla güldü.

      Abdülhamit, Melahat’in gülüşünden çok hoşlanıyordu. Melahat gülünce pembe yanaklarının ortasında iki ufak çukur beliriyordu. Hünkâr her şeyi unutmak ister gibi, kızın karşısında kendinden geçiyordu.

      “Gül yavrum, gül! Sen gülerken bütün ıstıraplarımı unutuyorum. Bu mesele hakkında daha sonra, gül bahçesinde etraflıca konuşuruz. Demek ki Kâzım’ı boş yere vurdum, öyle mi?”

      PADİŞAH’LA HAVUZ SEFASI

      “Soyunsana, Melahat! Bak, neredeyse güneş batacak. Ortalık kararırsa sular serinler. Sonra havuzda üşürüz! Haydi bakayım, utanma! İşte, ben soyunuyorum. Haydi, entarini çıkar. Çamaşırlarını şu bohçanın üstüne bırak. Hah şöyle, aferin,