İskender Fahrettin Sertelli

Abdülhamit ve afrodit


Скачать книгу

kalmadı. Yavaşça havuzun mermerlerine tutundu ve ayaklarını suya soktu.

      Havuzun içindeki suyun derinliği bir metre kadardı. Havuz, Padişah’ın gözü önünde ancak bir saatte dolmuştu.

      Abdülhamit, havuz sularının zehirli olma ihtimalini düşünerek, havuza gireceği zaman daima suyu değiştirir, yeni suyun dolmasını beklerdi.

      Güneş batar batmaz ortalık birdenbire serinlemişti.

      Padişah üşümemek için suyun içine bir defa dalıp çıktı.

      Sevgilisini yanında böyle çırılçıplak gördüğünden dolayı çocuk gibi sevinçliydi. Suların içinde çırpınarak Melahat’in yanına gitti.

      “Kız, benden niçin kaçıyorsun? Dur şöyle biraz yanımda bakayım! Ben en büyük zevkimi gözlerimle tatmin ederim. Gel yanıma, kaçma benden!”

      Melahat havuzun sularını eliyle dalgalandırarak olduğu yerde durdu.

      “Hava biraz serin galiba!”

      “Ben sana çabuk soyunmanı söylemiştim. Lüzumsuz yere iki saat vakit geçirdin. Şimdi üşüyorsun, değil mi?”

      Abdülhamit, havuzun içinde güzelliğin timsali gibi görünen bu işvebaz kızın biçimli, pembe beyaz vücudunu hayret ve dikkatle izliyordu. Padişah’ın şehvet kaynağına benzeyen gözleri dönmeye başlamıştı.

      “Kız!” dedi. “Islanmış saçlarının ucundan damlayan sular, havuzun içine birer inci tanesi gibi ne hoş dökülüp saçılıyor! Bak şu güzelim manzaraya! Fakat ne yazık ki sen onları benim gördüğüm gibi görmüyorsun. Ufuktan etrafa yayılan pembe beyaz ışık, saçlarının üzerine aksetmiş ve insana, başının üstünde bir yanardağ varmış hissini veriyor. Sevimli kumral saçlarının her telinden bir kıvılcım dökülüyor. O kıvılcımlardan birisi de benim kalbimin içine sıçradı. Melahat! Sen ne güzel, ne eşsiz bir melekmişsin! Çok üşüyorsan yanıma gel, seni kucağıma alayım. Kaçma benden!”

      Abdülhamit’le Melahat, gül bahçesindeki havuzda geç vakte kadar kalmışlardı. Bunaltıcı bir sıcaktan sonra başlayan hafif serinlik üzerine Padişah, yorgun ve bitap bir halde havuzdan çıkmıştı.

      Melahat, evvelce bir haremağası tarafından bohça içinde getirilmiş Bursa havlularına sarılarak efendisinin giyinmesine yardım etmeye başladı.

      Ay doğmuştu. Alaturka saat bir buçuğa gelmişti.

      Abdülhamit, Melahat’in güzel ve yumuşak ellerini sıkarak, “Aman gözümün nuru, beni çabuk giydir! Biraz üşür gibi oldum. Galiba havuzda fazla kaldık,” dedi.

      Melahat, Padişah’ı giydirdi. Çimenlerin üzerine serilmiş bir halıya uzanan Hünkâr, “Yavrum,” dedi, “arkama ve bacaklarıma o güzel ellerinle biraz masaj yap bakayım. Suyun içindeyken ne kadar hararetliydim. Çıkınca üşümeye başladım.”

      Melahat, efendisinin her dediğini yapıyordu. Arkasını ve bacaklarını büyük bir itina ile ovuşturmaya başladı.

      Abdülhamit’in keyfi tekrar yerine geldi.

      “Ooooh! Melahat, şu dakikada benim duyduğum keyfi sen de hissetmiş olsan çıldırırsın! Bütün asabım gevşedi. Vücudumda tatlı bir rehavet hissediyorum. Banyo, masaj… Bunlar vücuda ne kadar faydalı ve keyif verici şeyler! Bilmem ki sen de benim gibi bunlardan zevk alıyor musun?”

      Bu esnada Melahat’in göğsü açılmıştı. Vücudunda hafif bir ürperme hissederek gayri ihtiyari içini çekti.

      Abdülhamit, başını çevirdiği zaman bu işvebaz kızı beyaz Bursa havluları içinde dağınık saçlarıyla o kadar güzel ve cazibeli buldu ki yattığı yerden kalkarak Melahat’in boynuna sarıldı.

      “Yezit! Beni öldürecek misin? Her tarafın ateş parçası… Vücuduma neren temas etse derhal yakıyor. İçimde bir alev, gözlerimde bir ateş hissediyorum. Seni görünce her şeyi unutuyorum. Sen sihirli bir yaratığa benziyorsun. Bak şu saçlarının güzelliğine! Bak şu vücudunun hararetine! Benim ateşim, senin o hararetli ve pembe vücudunun yanında ne kadar soğuk ve mânâsız kalıyor. Sen bir yanardağa benziyorsun, Melahat! Ben de bu yanardağın yamacında ufak bir kıvılcım… Haydi, sarıl bakayım boynuma! Görüyorsun ki seni her şeyden, herkesten çok seviyorum! Şöyle o güzel kollarınla boynuma sarıl ve beni olanca kuvvetinle sık bakayım! Korkma, sana müsaade ediyorum. Kolların boynuma dolansın. Şu mehtabın altında seninle birlikte uyuyalım!”

      Memleketin birkaç yerinde birden kopan isyan ve ihtilaller Osmanlı Devleti’nin siyasi vaziyetini günden güne tehlikeye düşürürken, Abdülhamit kendi zevkinden ve kendi canından başka bir şey düşünmüyordu.

      Gül bahçesindeki havuz başından döndükleri zaman gece yarısı olmuştu.

      Abdülhamit, Melahat’ten ayrılırken kulağına eğildi.

      “Yavrum!” dedi, “Haydi, git yat. Rahatına bak. Yalnız, sabahleyin benim haberim yokmuş gibi Kâzım’ı da bir defa yoklayıver!”

      Melahat gece Padişah’ın yanından ayrılır ayrılmaz doğruca odasına gitti ve efendisinin sözünü yerine getirmek için hemen yatağına girerek mışıl mışıl uyumaya başladı.

      Genç kız sabahleyin gözlerini açtığı zaman, gül bahçesinin uyuşturucu ve şahane eğlenceleriyle sersemleyen başını iki kolunun arasına aldı. Düşünmeye başladı.

      Sarayda herkes Hünkâr’ın gözüne girmek için yekdiğerinin aleyhinde bulunmayı bir vazife biliyordu. Melahat, Yaver Kâzım Bey ile kendisini buluşturan Nazikter’in çevirmek istediği dolapları kaşla göz arasında birer birer öğrenmiş ve Padişah’a söylemekten de çekinmemişti.

      Abdülhamit, Melahat’in her şeye aklı eren, akıllı bir kız olduğunu anlayınca, saray içinde gizlice gördürülmesi icap eden siyasi işleri yavaş yavaş ona havale etmeye başlamıştı.

      Abdülhamit gül bahçesi eğlencesini boş yere düzenlememişti. Melahat ile havuzda yıkanırken o dakikada her şeyi unuttuğunu söylemekle beraber, laf arasında genç kızı sorguya çekmiş ve ondan bilgi almaya çalışmıştı.

      Padişah o akşam, kıskançlık yüzünden çevirdiği fırıldağın içyüzünü öğrenince Nazikter’i cezasız bırakmamış ve Çerkez kızının sarayın karanlık odalarından birine hapsedilmesini emretmişti.

      Melahat bu neticeden memnun görünüyordu. Sevinçle yatağından kalkarak doğruca Yaver Kâzım Bey’in yattığı odaya gitti.

      Kâzım Bey’in yarası epeyce ağırdı. Yine de başhekim ile diğer saray hekimleri tarafından büyük bir ihtimamla ameliyat edilmiş ve bu yolla ölüm tehlikesini atlatmıştı.

      Melahat odaya girdiği zaman Kâzım Bey karyolada sessiz ve hareketsiz yatıyordu.

      Genç kız, Kâzım Bey’in başucunda durdu ve kendi kendine, “Acaba uyuyor mu, yoksa ıstırabından dalgın bir halde midir?” diye sordu.

      Kâzım Bey’in yarası başının alın kısmındaydı. Kurşun, kafatasını kısmen delerek beyni tahrip etmeden diğer taraftan çıkmıştı.

      Başmusahip, Melahat’e bu malumatı verirken kulağına eğilerek, “Kâzım Bey’in ameliyattan sonra seni bir defacık olsun görmek istediğini söylersem memnun olur musun?” dedi.

      Melahat, Başmusahip’in bu sözlerine dudak bükerek cevap bile vermeden yürümüştü.

      Genç kız, hastanın başında ayakta dururken bu sözü hatırlamıştı.

      Melahat’in elleri titriyordu. Kendisini ölüm döşeğinde