alıştığım için burası beni çok sıkıyor.”
“Serbest hayat mı dedin? Aman sakın bu kelimeyi bir daha başkasının yanında ağzından kaçırma!”
“Neden? Bir insanın serbest yaşaması kadar güzel ve büyük bir bahtiyarlık düşünülebilir mi? Burada hiçbirimizin hürriyeti yok.”
“Aman kendine gel, Melahat! Ateşle oynadığının galiba farkında değilsin! Şimdi bizi işitip de Efendimize haber verseler mahvolduğumuz gündür.”
“Canım, ben burada çok bunalıyorum. Neden ara sıra dışarıya bir arkadaşımı veya ailemden birini ziyarete gidecek kadar hürriyet sahibi olmayayım?”
İkbal, Melahat’in ağzını kapadı.
“Allah aşkına sus! Benim yanımda böyle dinamitle oynama!”
“Dinamit mi?”
“Evet, onun kadar tehlikeli bir kelimedir o. Sen bunu nerede öğrendin?”
“Fransız okulunda.”
“Sen onu çok sever misin?”
“Neyi?”
“İşte o bahsettiğin kelimeyi.”
“Benim ciğerlerim on sekiz sene o havayı teneffüs etmeye alıştı. Ben işte burada bu yüzden sıkılıyorum.”
“Demek öyle…”
“Bize mektepte her gün bundan bahseder ve hürriyeti ellerinden alınmış insanların yaşayan ölülerden farkı olmadığını söylerlerdi. Şimdi sen ve ben hürriyetimize sahip olsak, böyle esir gibi burada durur muyduk?”
“Ne yapardık?”
“Ne mi yapardık? Şöyle bir çıkar, herkes gibi gezer ve dünyayı görürdük. Biz insanlar için bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi? İstediğin zaman gezmek… İstediğin zaman yatıp kalkmak… Hür insanlar daima böyle yaşarlar.”
“Ah, Melahat! Efendimiz senin bu sözlerini işitse, etlerini lokma lokma doğratır vallahi!”
O günlerde İzzet Paşa’yı imzasız mektuplarla tehdit ediyorlardı.
Bir sabah erkenden posta ile aldığı bir tehdit mektubu üzerine kahvaltısını yarıda bırakarak saraya gitmişti.
İzzet Paşa’nın Başmusahip ile arası çok iyiydi. Başmusahip onun sayesinde çok iyilik gördüğü için her istediğini yapmaya çalışırdı.
Başmusahip’in odasına girdiği zaman İzzet Paşa’nın rengi atmıştı.
“Yüzünüz mum gibi sararmış, Paşam! Acaba sebebi nedir?” diye sordu Başmusahip.
İzzet Paşa bir koltuğa oturup kımıldamadan cevap verdi.
“Hep o dert… Bu sabah bir mektup daha aldım.”
“Yine mi tehdit ediyorlar?”
İzzet Paşa cebinden bir zarf çıkardı.
“Bu alçaklar meydanı geniş buldular, atlarını koşturup duruyorlar. Şimdiye kadar yapılan takiplerden henüz olumlu bir netice elde edilmedi.”
“Bu seferki mektupta ne yazıyorlar, Paşam?”
“Okuyayım da dinle.”
İkinci Kâtip İzzet Paşa, kendisine gelen tehdit mektubunun şu satırlarını okumaya başladı:
Hainler! Padişah’ın etrafını sardınız ve nihayet bu masum milleti onun gözünden düşürmeyi başardınız! Osmanlı Devleti’ni “hasta adam” şeklinde Avrupalıların oyuncağı konumuna düşürdünüz! İşte biz Jön Türkler, cinayet yuvası olan o uğursuz sarayları yıkmak ve milleti meşrutiyetle idare etmek istiyoruz.
Siz Padişah’ı istediğiniz kadar zehirleyiniz. Fakat emin olunuz ki…
İzzet Paşa’nın nefesi tutulmuştu. Daha fazla devam edemedi.
“Çabuk bana biraz su!” diye bağırdı.
Başmusahip, İzzet Paşa’nın okuduğu mektup yüzünden endişeye düşmüştü. Derhal Paşa’ya bir bardak su verdi ve arkasından şu sözleri söyledi:
“Paşa efendimizden çok rica ederim, bu mektubu sakın boş bulunup da Hünkâr ’a göstermeyiniz, zaten akşamdan beri çok hiddetlidir. Böyle birtakım insanların memleket dahilinde hürriyet ve meşrutiyet istediklerini işitirse, tekrar hiddetinden küplere biner ve hepimizi mahveder.”
“Hayır, ne olursa olsun bu mektubu mutlaka kendisine göstereceğim. Çünkü bu meçhul kuvvet son günlerde beni fazla tehdit etmeye başladı.”
“Aman Paşam, vallahi mahvoluruz. Efendimiz çok hiddetlidir. Yanına varılmıyor. Hem ben size bir şey söyleyeyim mi, ben kendi hesabıma, bu tehditlerin mânâsız olduğuna hükmediyorum artık. Merak etmiyor değilim, fakat bu tehditleri yazanların çoluk çocuktan ibaret olduklarını zannediyorum. Zira fiiliyat sahasında bir şey yok. Yalnız kuru bir tehdit.”
Bu esnada birdenbire odanın kapısı açıldı. Cafer Ağa gözleri dışarıya fırlamış bir halde odadan içeriye girdi. Eli koynundaydı; heyecanından pek önemli bir olaya şahit olduğu anlaşılıyordu.
İzzet Paşa meraklı bakışlarla Cafer Ağa’yı süzerek, “Ne var bakalım? Pek telâşlısın,” dedi.
Cafer Ağa’nın korkudan elleri titriyordu. Koynundan bir hançer çıkardı ve anlatmaya başladı:
“Hünkâr biraz evvel bahçeye çıkmıştı. Şimdi yatağını düzeltirlerken karyolasının başucunda bu gümüş saplı hançeri bulmuşlar!”
İzzet Paşa, Padişah’ın yatağında bulunan gümüş saplı hançeri inceledi.
“Saraydaki esrarengiz hadiseler artık korkulacak kadar önemli bir şekil aldı.”
Başmusahip’in ısrarına rağmen, İzzet Paşa kendisine gelen tehdit mektubundan bahsetmek üzere Hünkâr’ı görmeye gitti. Cafer Ağa ise arkasından yalvarıyordu:
“Allah aşkına, Paşa hazretleri, Efendimize hançer meselesinden bahsetmeyiniz!”
MELAHAT’İN FOYASI MEYDANA ÇIKINCA
Abdülhamit akşamüstü yatak odasında Melahat’le beraber oturuyordu.
Melahat, sarayda takip ettiği işler hakkında Padişah’ı ikna edecek birçok belge ve bilgi elde etmişti. Abdülhamit’in sorularına cevap veriyordu.
“Kız, işler yolunda, değil mi?”
“Evet, Padişahım.”
“İkbal hiç şüphelenmedi mi?”
“Hayır, Efendimiz! Bilakis, benimle o kadar samimi oldu ki… Güya beni ayartmaya çalışıyorlar.”
“Bari kendi hesaplarınca başardılar mı?”
“Her dediklerini yapacak gibi göründüm. Tabii kendilerini başarmış sayarlar!”
“İkbal’in kardeşi ne diyor?”
“Efendimize yalan söyleyecek değilim. Bu çocuk çok isyankâr ruhlu bir delikanlı.”
“Ne dedin? İsyankâr ruhlu bir delikanlı mı?”
Padişah bu kelimeyi işitince çıldırmış gibi birden yerinden kalkarak Melahat’in üzerine yürüdü.
“Doğru mu söylüyorsun, kız?”
Melahat korkusundan odanın bir köşesinde sindi.
“Yalnız kendisi değil, daha başka arkadaşları da varmış.”
“Onlar