halk ari olarak kalmadı. Fakat bu halkların mirasçısı olan akrabaları bugün içimizde yaşamaktadır. Kim bilir belki her gün gördüğünüz insanlardan biri ya da bu satırları okuyan siz de o kadim mirası genlerinde taşıyanlardan birisinizdir.
Achilles ve Hector savaşını anlatan bir Truva vazosu
ANADOLU
Bugün Türkiye’de yaşayan herkes, kendini Anadolulu olarak addedmesine rağmen, bu kelimenin kökenine ve manasına dair fikri olan pek az kişi vardır. Günlük hayatta sürekli olarak “Anadolu kadını”, “Anadolu erkeği” ve “Anadolu insanı” gibi tabirleri kullanmamıza karşın ne yazık ki manasını bilmeden söyleriz.
Kadim Anadolu coğrafyası, tarihte pek çok ilkin gerçekleştiği topraklar olmuş ve insanlık tarihine yön vermiş pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Türklerin bu kadim topraklara kesin ve kalıcı olarak yerleşmesi ve devletleşmesi XI. yüzyıl itibarıyla olsa da aslında Türklerin Anadolu’ya yüzyıllar önce geldiği, yerleştiği ve Anadolu’da yaşayan diğer halklarla kaynaşarak, Anadolu kültürünün bir parçası olduğu bugün artık herkes tarafından bilinmektedir.
Anadolu adının kökenine dair hepimizin okul yıllarında duyduğu ya da okuduğu bilindik bir efsane vardır. Buna göre: Sefere çıkan Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat ve askerleri dinlenmek için Taşlıca Köyü yakınlarında mola verdiği bir sırada Kırmızı Ebe isimli yaşlıca bir kadın, askerlere ayran ikram etmiş. Ayranı bitenlerin kaplarını tekrar doldurmak istediğinde askerler “Ana Dolu, Ana Dolu” demişler. Bu kerametten bu coğrafyanın adı doğmuş.
Bu mantık hatalarıyla dolu efsane, bilimsellikten uzak olmanın yanı sıra, Türk tarihine ve aklına da küçümseyici bir yaklaşımdır. Türkiye tarihini okurken onu sadece son bin yıllık tarihinden başlayarak öğrenmek, bir vücudun sadece kafadan oluştuğunu öğrenmekle aynı şeydir. Vücudu bir bütün olarak ele almaz ve öğrenemezsek, içinde bulunduğumuz yapıyı tam olarak kavrayamayız hiçbir zaman. Böylelikle üzerinde yaşadığımız toprakların bizlere bıraktığı bilgi ve kültür mirasını da gözden kaçırmış oluruz ve aslında kıvanç duymamız gereken dünya uygarlığına katkılarımızı anlamak ve anlatmaktan yoksun kalırız.
Anadolu’yu anlamak; Paleolitik çağdan başlayarak, Mezolitik, Neolitik, Kalkolitik çağlara dair önemli izlerin ve arkeolojik buluntuların bulunduğu; Sümer, Hatti, Hitit, Asur, Likya, Lidya, İyonya, Yunan, Frig, Urartu, Pers, Helen, Roma, Doğu Roma (Bizans), Selçuklu, Türk Beylikleri ve nihayetinde Osmanlı uygarlıklarının kültür izlerini taşıyan, bunların yükseliş ve çöküşüne tanıklık eden, yüzlerce dil ve lehçe barındıran bu kadim toprakların tarihini bilmekten geçer.
Anadolu, işte içinde bu değişik safhaları barındıran uzun tarihiyle bir bütünlüğe kavuşmuştur. Anadolu adının doğuşu ve günümüze kadar gelmesi ise bu kelimenin fonetik yapısı ve içerdiği mana bakımından beğeni kazanması sonucu olmuştur.
Anadolu ya da diğer adıyla Küçük Asya; Karadeniz, Ege ve Akdeniz arasında kalan dağlık bir yarımadadır. Bugün Türkiye’nin Asya Kıtası’nda kalan topraklarının tümünün genel adı olarak kullanılsa da Osmanlı döneminde Fırat Nehri’ne kadar olan Doğu sınırı için bu ad kullanılırdı.
Yunanca olan “Ανατολή” (Anatoli) yön belirtmede kullanılan ve “Doğu” anlamına gelen bir kelimedir.
Truva Savaşı’ndan sonra Küçük Asya’ya hızla yerleşmeye başlayan Yunanlılar, burada pek çok koloni şehirler oluşturdular. Zamanla bu şehirlerin sayısı hızla arttı. Yunanlılar burada kalan toprakları anakaraya göre doğuda kaldığı için Anatoli kelimesinin ek almış hali olan “Anatolia” ibaresini doğudaki bu şehirlerinin bulunduğu coğrafyayı ifade etmek için kullanmaya başladılar.
Anatolia bu bağlamda “Güneşin doğduğu yer” anlamındadır. Güneşin doğudan doğması ve Anadolu’nun doğuda bulunmasının yanı sıra bu söz aynı zamanda sembolik bir mana da taşımaktadır. Yunanlılar bir yeri isimlendirirken aynı zamanda o isimlerin içinde gizli sembolik ifadeler de kullanırlardı. Güneş ise onlar için medeniyeti sembolize etmekteydi. Çünkü güneş, ışık ve aydınlık demektir. Tarih boyunca birçok ilkin bu topraklarda gerçekleşmiş olmasına ve medeniyetin burada doğmasına yapılmış bir ithaftır bu. Yani bir manada “Medeniyetin doğduğu yer” demektelerdi. Türkler ise bu topraklara yerleştikleri zaman, Anatolia’nın kendi dillerine en yakın söylemi olarak “Anadolu” demişlerdir.
Uygarlık güneşi, Anadolu’dan yükselerek tüm dünyayı aydınlatmıştır.
Birinci Bölüm
KİŞİLER
Kültürel Atamız Homeros
Homeros, antik çağ Anadolu’sunda yaşamış, İyonyalı ozandır. Batı edebiyatının ilk büyük eserleri sayılan İlias ve Odysseia destanlarının yaratıcısı veya derleyicisi olduğu kabul edilir. İki büyük destandan daha büyük ve daha eski olan İlias (İlyada) eserinde; Doğu ile Batı’nın ilk büyük savaşı olarak kabul edilen Truva Savaşı’nı ve bu savaşta yer almış kahramanları anlatır. Odysseia (Odesa) adlı eserinde ise, yine bu savaşa katılmış zeki ve kurnaz İthaka Kralı Odysseus’un savaştan sonra evine dönerken başından geçen olaylardan ve dönüşünde karısı Penelopeia ile evlenmek ve krallığını ele geçirmek isteyen talipleri alt edişinden bahseder.
Homer, Raphael, Vatikan Müzesi
Homeros’un yaşamı hakkında çok az bilgi vardır. Fakat destanlarında kullandığı dilden hareketle, günümüz araştırmacılarınca MÖ IX. yüzyılda, Batı Anadolu’da Smyrna’da (bugünkü adıyla İzmir) yaşadığı ifade edilir. Çünkü Homeros her iki destanında da içerisinde hafif Eol etkisi barındıran İon dilini kullanmıştır ve İzmir İon kenti olmadan önce bir Eol kentidir.
Sümerler Akdeniz kıyıları için “Deniz kenarındaki güneş bahçesi” derlerdi. Homeros’un adı Akdeniz’in eşanlamlısı. O, deniz kenarındaki güneş bahçesinin bahçıvanıydı.1
Büyük İskender, Homeros’un büyük bir hayranıydı. Generallerinden Lysimakhos’a, Melez çayının altında yeni bir İzmir kenti kurmasını buyurmuştu. Zira Homeros “Melesigenes” (Melezli) olarak tanınmıştı yani Melez çayının çocuğu. Melez İzmir’e akıyordu başka yere değil. Bundan başka, Roma İmparatorları zamanında basılan İzmir sikkelerinde Homeros’un resmi bulunuyordu. Bu da onun İzmirli olduğunu kanıtlıyordu.2
Romalı hatip Cicero, Homeros metinlerini ilk düzenleyen ve bugünkü biçimine sokan kişinin MÖ VI. yüzyılda Atina’da Tiranlık yapmış olan Peisistratos olduğunu söylemektedir. Yalnız Peisistratos bu düzenlemeyi gerçekleştirirken destanda birtakım değişiklikler yapmıştır. Akaları kötüleyen bazı parçaları destandan çıkarmıştır.
Homeros destanları dünya edebiyat tarihinin en eski edebi eserleri olarak kabul edilmektedir. Homeros ise ilk edebi yazar ve şair olma onuruna sahiptir. Epik destan türünün doruk noktası olma saygınlığı taşıyan eserleri, çağından binlerce yıl sonra dahi rahatlıkla okunabilir ve anlaşılabilir niteliktedir. Kendisinden önceki destan anlatıcılarından farklı olarak yeni bir destan dili keşfetmiştir. Bu özelliği ile Homeros, çağdaşlarının çok ilerisinde bir anlatma bilgeliğine sahiptir.
Homeros destanlarında sadece insanlar değil antik çağ tanrıları da yer almıştır. Yunan panteonunda yer alan tanrılar ilk kez onun