George W. Cox

Antik yunan hikâyeleri


Скачать книгу

başladı. Altı ay böyle mutlulukla geçip gitti ve Hermes, Persephone’yi karanlık ülkeye götürmek için kömür karası atlarla geri geldi. Persephone, annesine, “Çok ağlama. Eşi olduğum kasvetli kral bana karşı o kadar iyi ki mutsuz olmam imkânsız. Hem altı ay sonra beni yeniden sana gönderecek,” dedi. Yine de Persephone ne zaman Hades’e dönse, Demeter kızının arkadaşlarıyla oynayan neşeli bir kız çocuğu olduğu ve Enna’nın güzel çayırlarından rengârenk çiçekler topladığı o güzel günleri düşündü.

      Endymion’un Uykusu

      Güneşin batıda kaybolmaya başladığı güzel bir akşam, Selene, Meander nehri kıyılarında dolaşıyor ve o güne dek gördüğü yerler içinde bu tatlı ırmağın aktığı sessiz vadiden daha güzel bir yer olmadığını düşünüyordu. Sağ tarafında, iki yanı ağaçlar ve çiçeklerle kaplı bir tepe yükseliyordu. Karaağaçlara tutunmuş bağların mor üzümleri, koyu renk yapraklar arasında parlıyordu. Selene oradan geçen birkaç insana tepenin adını sordu. Latmos tepesi dendiğini söylediler ona. Selene yoluna devam etti. Akşam ışığında, dalları tepesinde sallanan uzun ağaçların altından geçerek sonunda zirveye ulaştı ve aşağıda uzanan vadiye baktı. Selene hayrete düşmüştü, çünkü daha önce rüyasında bile böyle güzel bir şey görmemişti. Meander diyarıdan daha güzel hiçbir yer olmayacağını düşünüyordu ama şimdi karşısında kayalardan, taşlardan ve o uğultulu nehrin parlak sularından çok daha güzel bir şey vardı. Dibinde, batan güneşin ışığında gümüş gibi parlayan bir göl bulunan küçük bir vadiydi burası. Eğimli kıyıların hepsi birbirinden güzel ağaçlarla kaplıydı ve ağaçların uzun dalları suyun üzerine düşüyordu. Ne rüzgâr yapraklardan birini kıpırdatıyordu ne de bir kuş uçuyordu gökte. Yalnızca gölün üzerinde tembelce süzülen büyük bir yusufçuk ve gümüşi sularda yarı uyuklar halde uzanmış bir kuğu vardı. Bir yanda, vadinin en güzel köşesinde mermerden bir tapınak vardı. Sütunları kar gibi parlıyordu. Göle inen mermer basamakların üzerinde palmiyelerin dalları sallanıyordu ve her tarafta öbek öbek güzel çiçekler vardı. Onların arasında ise yosunlar, eğrelti otları ve yeşil sarmaşıklar vardı. Beyaz nergis ve mor lale, siyah sümbül ve narçiçeği rengi gül vardı. Ne var ki tapınağın mermer basamaklarında uzanmış vaziyette uyuyan bir adam, tüm ağaçların ve çiçeklerin güzelliğini geride bırakıyordu. Fırtınaların hiç uğramadığı, kara yağmur bulutlarının dağın etrafını hiç sarmadığı bu sessiz vadide yaşayan Endymion’du bu adam. Akşam saatinde orada öyle hareketsizce yatıyordu. Selene ilk başta gördüğü adamın yaşadığına pek ihtimal vermedi. Çünkü âdeta mermerden yapılmış gibi hareketsizdi. Selene adama bakarken hayretle derin bir nefes aldı. Sonra usulca vadiye doğru inerek Endymion’un uyuduğu basamaklara yaklaştı. Güneş artık tepenin ardına çekilmişti ve akşamın yoğun parıltısı, gümüşi gölün parıltısını altın rengine boyuyordu. Endymion uyandı ve Selene’nin yanında durduğunu gördü. Selene, “Dünyayı geziyorum, burada kalamam. Benimle gel, sana daha büyük göller, buradan çok daha görkemli vadiler göstereyim,” dedi. Ama Endymion, “Leydim, gidemem. Bundan daha büyük göller, buradan çok daha görkemli vadiler olabilir ama ben fırtınaların uğramadığı ve gökyüzünün hiçbir zaman bulutlarla kararmadığı bu sessiz sakin yeri seviyorum. Bu uyuyan ağaçların serin gölgesini, uzun karaağaçların altında biten mersinleri ve gülleri, günün sıcak saatlerinde kuğuların dinlendiği ve yusufçukların yeşil ve altın rengi kanatlarını güneşe doğru açtıkları bu suları bırakıp gitmemi isteme benden,” diye yanıtladı onu.

      Selene birkaç kez sorusunu yinelediyse de Endymion güzel evini bırakmadı. Sonunda Selene, “Daha fazla kalamam ama eğer benimle birlikte gelmeyeceksen bu mermer basamaklarda uyuyacak ve bir daha asla uyanamayacaksın,” dedi. Böylece Selene, adamı orada bırakıp gitti. Endymion da derin bir uykuya daldı ve elleri iki yanına düştü. Akşam esintisi palmiye ağaçlarının koca yapraklarını usulca kıpırdatırken ve zambaklar başlarını soğuk suya doğru eğerken tapınağın basamaklarında kıpırdamadan uzandı. Durgun ve mesut gece boyunca orada yattı ve güneş denizin üzerinden doğup da kızgın atlarıyla gökyüzünde yükseldiğinde de yatmaya devam etti. Bu güzel vadide bir tılsım vardı artık. Esintileri her zamankinden daha zarif, gölü her zamankinden daha durgun kılan bir tılsım. Yeşil yusufçuk Endymion’un yakınlarında tembelce süzülüyor, adamın onları beslemeye gelip gelmeyeceğini anlamaya çalışıyordu. Ama Endymion derin ve rüyasız uykusunda hiç kıpırdamadan duruyordu. Haftalar, aylar ve yıllar boyunca gece gündüz orada öylece yattı. Güneş denizin derinliklerine gömülürken Selene birçok kez gelip Latmian tepesinde durdu. Sarkık palmiye ağaçlarının altında öylece yatan Endymion’u izledi ve şöyle dedi: “Evinden ayrılmadığı için onu cezalandırdım. Endymion artık sonsuza dek Latmos topraklarında uyuyacak.”

      Phaethon

      Helios, Hephaistos’un müthiş becerisiyle onun için yaptığı altından evin içinde, oğlu Phaethon’dan daha güzel hiçbir şey görmüyordu. Çocuğun annesi Klymene’ye hiçbir ölümlü çocuğun güzellikte onunla denk olamayacağını söyledi. Phaethon da duydu bunları. Kalbi kötücül bir kibirle doldu. Helios’un tahtının karşısına dikildi ve “Göz kamaştırıcı ışığın içinde yaşayan babam, benim senin oğlun olduğumu söylüyorlar ama ismim ve görkemim olmaksızın senin evinde yaşadığım sürece nereden bilebilirim bunu? Bana öyle bir nişan ver ki insanlar senin oğlun olduğumu anlasın,” dedi. Helios bunun üzerine ona herhangi bir şey istemesini söyledi ve isteğini yerine getireceğine yemin etti. Phaethon, “Bir gün boyunca arabanı gökyüzünde ben süreceğim. Horai’ye söyle, Eos titrek ışıklarını göğe yaydığında atları hazırlasın benim için,” dedi. Ancak Helios’un kalbi korkuyla doluydu ve sözlerini geri alması için gözyaşları içinde yalvardı oğluna. “Ah, Phaethon, Klymene’nin şanlı oğlu, tüm o güzelliğine rağmen yine de bir fanisin. Helios’un atlarıysa yeryüzünden bir efendiye itaat etmezler asla.” Ama Phaethon, onun sözlerine kulak asmadı ve atlara bakan Horai’nin evine doğru hızla yola çıktı. “Benim için,” dedi, “Helios’un arabasını hazırla, zira bugün babam yerine ben gezeceğim göğün tepesinde.”

      Sarı saçlı Eos, zayıf ışığını solgun gökyüzüne yayıyor ve Lampetie, Helios’un hayvanlarını görkemli otlaklarına götürüyordu. Tam o sırada Horai atları getirdi ve ateşli arabaya bağladı. Phaethon hevesle ellerini uzatarak dizginleri kavradı ve atlar mavi gökyüzüne doğru hızla harekete geçti. Phaethon’un kalbi korkuyla doldu ve dizginleri tutan elleri titremeye başladı. Hayvanlar iyice yabanileşerek çılgın bir hıza ulaştı ve en sonunda Hespera8 diyarına giden yola girdiler. Yol boyunca sık sık dalarak yeryüzünün geniş düzlüklerine yaklaştılar. Kavurucu alevler gitgide büyürken ağaçlar kuruyan başlarını eğdi, tepelerin kenarındaki yeşil çimler pörsüdü, çamurlu yataklarında akan nehirler yok oldu ve kudretli tepelerin gizli derinliklerinden duman ve ateşle birlikte siyah bir buğu yükseldi. Tüm diyarlardaki insanların kimi yanıp kül olmuş kimi de ağızları açık, iki büklüm yatarak ölümü bekliyordu. Sarı gökyüzüne bakıyorlardı ama bulutların geldiği yoktu. Nehirleri ve pınarları aradılar ama yataklarındaki bütün sular kaynayıp gitmişti. Gencinden ihtiyarına herkes ölüm uykusuna dalmak için çılgınlığın merkezinde öylece yatıyordu.

      Helios’un atları ateşli gezilerini hızla sürdürürken Zeus, Teselya’daki tepesinden aşağı baktı ve Phaethon babasının arabasından indirilmezse yeryüzündeki bütün canlıların öleceğini gördü. Böylece sıcak gökyüzünden kaybolan bulutların yasını tutan kudretli gök gürültüleri duyuldu