Герберт Уэллс

Efendi uyanıyor


Скачать книгу

kendime. Ve amacıma ulaşabilmek için, bu köhnemiş bedenin uykusuzluğunu azaltabilmek için ilaçlara sığındım. Aman yarabbi! Çok fazla ilaç kullandım. Bilmem hiç bedensel zayıflık yaşadın mı? Hayatından çok şeyi alıp götürür. Bizler yarı ölü sayılırız bir yerde. Yemek yedin mesela. Hemen sindirim ilacı alacaksın. Yoksa başın dertte demektir. Sürekli çıkıp hava almak lazım. Yoksa kafan ağırlaşmaya başlar. Aptallaşırsın. Düşüncelerin uçurumlara, çıkmaz sokaklara sürüklenir. Delice düşünceler dolaşır içinde. Sonra bir ağırlık çöker üstüne. Uyursun. İnsanlar aslında uyumak için yaşarlar. En güzeli günün uyku haricindeki bölümünün mümkün olduğunca kısa olmasıdır. Sonra işte o kötü arkadaşlar çıkar gelir. Şu ilaçlar… Yorgunluğunu dindiren alkaloidler. Ve uykuyu öldüren sade kahve, kokain…”

      “Anlıyorum,” dedi Isbister.

      “Elimden geleni yaptım,” diye devam etti uykusuz adam. Huzursuzluğu ses tonuna yansıyordu.

      “Bu durum da ödülü oluyor o zaman?”

      “Evet.”

      Öylece kalakaldılar bir süre.

      “Uykuya olan hasretimin büyüklüğünü hayal bile edemezsin. İşimi yapıp bitirdim. Sonraki altı uzun gün boyunca zihnimde bir girdap vardı, hiçbir yere varmayan bir düşünceler sağanağı… Kafam darmaduman…” durdu. “Uçuruma doğru…”.

      “Uyuman gerekiyor,” dedi Isbister kararlı bir havada. Sanki bir çare bulmuştu. “Kesinlikle uyumalısın.”

      “Zihnim hiç olmadığı kadar berrak. Fakat anafora doğru sürüklendiğimi çok iyi biliyorum. Az sonra…”

      “Evet?”

      “Hiç girdaba sürüklenen birisine rastladın mı? Karanlığa sürüklenen… Bu tatlı dünyadan koparak aklını yitiren…”

      “Ama…” Isbister itiraz etmeye çalıştı.

      Adam elini ona doğru uzattı. Gözleri birdenbire vahşileşmişti. Bağırmaya başladı. “Kendimi öldürmem gerekiyor. Belki de hemen şimdi, şuracıkta. Şu karanlık uçurumun dibinde. Dalgaların yükselip alçaldığı şu köşede… Kendimi aşağı atarsam öyle ya da böyle sonunda uyumuş olurum.”

      “Bu çok saçma,” dedi Isbister. Adamın isterik hali onu ürkütmüştü. “İlaç kullanmak bundan çok daha iyidir.”

      “Ne olursa olsun, sonunda uyuyabileceğim,” diye tekrarladı adam. Isbister’ı umursamamıştı bile.

      Isbister ona baktı, “Sonucun kesin olmadığını biliyorsun değil mi?” dedi. “Lulworth Koyu’nda bunun gibi bir uçurum var. Bunun kadar yüksek. Neyse, küçük bir kız düştü bu uçurumdan. Ölmedi. Şimdi gayet iyi durumda.”

      “Ama burada kayalar var. Soğuk bir gece, adam keder içerisinde uzanmış kayalara. Kırılan kemikleri titreşirken gıcırdıyor. Dalgalanan soğuk su ürpertiyor onu. Nasıl?”

      Göz göze geldiler. “Seni hayal kırıklığına uğrattığım için özür dilerim,” dedi Isbister pervasızca. “Ama bu uçurumdan atlayarak intihar etmek ya da herhangi bir uçurumdan, bir sanatçı olarak söylüyorum ki fazlasıyla amatör işi.” Alabildiğine yapmacık bir ifadeyle gülümsedi.

      “Peki ya öbür mesele?” dedi uykusuz adam. Rahatsızlığı her halinden belli oluyordu. “Öbür mesele ne olacak? Bir insan geceler boyunca, geceler boyunca… Nasıl aklını koruyabilir ki?”

      “Bu sahilde yalnız mı dolaştın?”

      “Evet.”

      “Aptalca bir şey yapmışsın. Bu şekilde konuştuğum için beni bağışla. Demek yalnız dolaştın! Senin de dediğin gibi bedensel yorgunluk, zihinsel yorgunluğa fayda etmez. Sana kim böyle yapmanı söyledi? Hiç olacak iş mi? Yürüyüp duracaksın bütün gün. Tepende güneş, sıcak. Yorgunluk. Yapayalnızsın. Etraf ıssız. Sonra gideceksin yatağa, hadi bakalım uyu uyuyabilirsen.”

      Isbister kısa bir süre durdu ve kuşkuyla, ızdırap içerisindeki adamın yüzüne baktı.

      “Şu kayalara bak,” dedi adam. “Orada sonsuza kadar parlayıp dalgalanacak olan denize bak. Uçurumun altında, karanlığa dalan şu beyaz köpüklere bir bak. Ve göz alıcı güneşe ev sahipliği yapan mavi gökyüzüne… Bu senin dünyan. Bunu kabul et. Sen burada olmaktan mutlusun. O seni ısıtır. Mutlu eder. Ve ben…”

      Yüzünü döndü. Beti benzi atmıştı. Solgun gözleri kan çanağına dönmüş, dudakları morarmıştı. Neredeyse fısıldar gibi konuşuyordu. “Dünya benim sefaletimin örtüsüdür. Bütün dünya! Sadece sefaletimi gizlemeye yarar.”

      Isbister yanı başlarındaki uçurumun vahşi güzelliğine baktı. Adamın yüzündeki ifade ne kadar da umutsuzdu. Bir süre söyleyecek laf bulamadı.

      Adama karşı çıktığını ima eden bir hareket yaptı. Kendini topladı ve lafa girdi. “Git ve güzel bir uyku çek,” dedi. “Ondan sonra her şey başka türlü gözükecek sana. Sen benim sözümü dinle.”

      Bu karşılaşmanın son derece ilginç bir tesadüf olduğunun farkındaydı. Sadece bir saat öncesine kadar fazlasıyla canı sıkılıyordu. Nihayet kendine yapacak faydalı bir iş bulmuştu. Hemen kontrolü eline aldı. Bu tükenmiş adamın öncelikli ihtiyacı arkadaşlıktı. Kendini çimlerin üzerine attı. Rahat bir tavır takındı. Arkadaşça bir sohbet iyi gelir diye düşündü.

      Adam tam bir kayıtsızlığa gömülmüştü. Sıkıntılıydı. Denize bakıyordu. Sadece Isbister’ın sorduğu sorulara kısa yanıtlar vererek konuşuyordu. Kimi zaman bu soruları da sessizlikle geçiştiriyordu. Diğer taraftan kendi çaresizliğini aşmayı amaçlayan bu hayırsever girişime herhangi bir itirazı yoktu. Hatta minnettar gözüküyordu.

      Isbister tek başına yürütmeye çalıştığı sohbetin giderek canlılığını yitirmeye başladığını fark etti. Bunun üzerine Bodcastle’a dönmeyi ve Blackapit’ten manzarayı izlemeyi teklif etti. Birlikte yola çıktılar. Adam yolun yarısında kendi kendine konuşmaya başladı. Berbat bir yüz ifadesiyle Isbister’a döndü. “Ne olabilir ki?” diye sordu zayıf ellerini açarak. “Ne olabilir ki? Dön, dön, dön, dön… Sürekli dönüyor, dönüyor…”

      Yürürken bir yandan da elleriyle daireler çiziyordu.

      “Tamamdır moruk,” dedi Isbister. Eski bir dostuyla konuşur gibiydi. “Sen canını sıkma. Bana güven.”

      Adam ellerini indirdi. Penally’nin ötesindeki tepeyi ve burnu geçtiler. Uykusuz adam arada sırada el hareketleri yaparak kendi kendine bir şeyler anlatıyordu. Kafasındaki karmaşık düşüncelerle ilgili başı sonu belirsiz cümleler çıkıyordu ağzından. Blackapit’e bakan bir yer bulup oturdular. Isbister, yolun ikisinin yan yana yürümesine izin verecek kadar genişlediği her noktada sohbeti sürdürmeye çalışmıştı. O sırada da Boscastle Limanı’nın inşasının ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. Kötü iklim şartları pek çok engel çıkarmıştı. Arkadaşı aniden sözünü kesti.

      “Başım eskiden olduğu gibi değil.” Doğru ifadeyi bulamadığı için yine meramını el kol hareketleriyle anlatmaya çalışıyordu. “Eskiden olduğu gibi değil işte. Kafamda bir ağırlık var. Ya da bir mahmurluk. Aniden düşen bir gölge gibi. Karanlığın içinde dönen bir şey… Bir fikirler keşmekeşi, karmaşa, girdap. İfade edemiyorum bir türlü. Zorlukla odaklanabiliyorum. Sana anlatması çok güç.”

      “Takma kafana moruk,” dedi Isbister. “Galiba anlıyorum derdini. Bana anlatmak için kendini bu kadar zorlamana da gerek yok zaten. Sonuçta ne yaşadığını en iyi sen biliyorsun.”

      Uykusuz adam, parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu. Is-bister bu