Fazlı Necip

Haremin sultanları


Скачать книгу

rdı. Bu tenha mahallenin bostanlar, bağlar arasından geçen kaldırımsız dar sokaklarında kimseler görünmüyordu.

      Güneş havayı iyice ısıtmış, sanki etrafa altın renkli ateşler saçmıştı.

      Kırk beşlik olduğu tahmin edilebilen, göbeğini kısa bacakları üzerinde güçlükle taşımaya çalışan Zeynel Ağa durdu. Uçlarına sırma dallar ve budaklar işlenmiş çevresiyle terini silerken yanındaki tellala, “Burada bir parça dinlenelim,” dedi. Parmağıyla büyük çınar altında kurumuş bir çeşme gösterdi. Oraya doğru yürüdüler, büyük mermer yalağın iki kenarına oturdular.

      Karşıda, biraz uzakta yüksek kale duvarları görünüyor, duvarın ardından hafif bir lodos esintisinden doğan dalgaların sahile çarptığı işitiliyordu. Zeynel, yol arkadaşına sordu:

      “Daha Davutpaşa’ya gelmedik mi?”

      “Geldik, Efendim. İşte buraları Davutpaşa bostanları.”

      “Peki, gideceğimiz köşk nerede?”

      “Etrafta görünen köşklerden biri olacak, fakat hangisi?”

      “Bana mı soruyorsun? Ben bilsem seni yanıma alır mıydım?”

      “Sahibini biliyorum, Cezayirli Abdüssamed. Şimdi bir adam geçince sorup öğreneceğim. Saray gibi büyük, güzel bir köşk diyorlardı.”

      “Duvarı salkımlar, yaseminler, sarı güller, sarmaşıklarla örtülmüş şu köşk olmasın? Bu dar yoldan gitsek mi?”

      Uzaklardan, ağaçların arasından gelen bir ses işitildi.

      “Bal! Leziz bal! Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi, bal! Bal! Leziz bal!”

      Tellal yerinden fırladı.

      “İşte bir satıcı… Bunlar bütün mahalleyi tanırlar. Ondan öğreniriz,” diyerek sesin geldiği tarafa koştu.

      Yumuşak bir ses, tatlı nağmelerle yaklaşıyordu. Nihayet, iki bağın hendekleri arasındaki dar yoldan sesin sahibi meydana çıktı. Bir elinde sepeti, diğerinde terazisi, hafif adımlarla yürüyen bir gençti. Boyu fidan gibi, yüzü güzeldi. Gözlerinde zekâ ışıltıları vardı. Elbisesi düzgün, kendisi bir resim, bir hayal gibiydi. Satıcıdan çok bir cengâvere benziyordu.

      Tellal ona işaret ederek yanına çağırdı. İkisi birlikte Zeynel Ağa’nın yanına geldiler. Balcı küçük, hafif sepetini yere koydu. Malını satmaya önem vermiyor gibi görünüyordu. Zeynel Ağa sordu:

      “Buralarda esirci Cezayirli Abdüssamed’in evi varmış, biliyor musun?”

      Balcının hararetle açtığı büyük, güzel, siyah gözlerinde bir şimşek çaktı.

      “Aaa! Siz de mi orasını arıyorsunuz? Fakat bilir misiniz, orası belalı bir evdir. Orada bir afet var.”

      “Ne afeti?”

      “Gönül afeti… Yüzü görülmeden sesi bile canlar yakan bir afet… Ona tutulanlar benim gibi divane olurlar.”

      “Pek güzel bir kız mı bu?”

      “Bir kız, belki bir melek. Öyle bir ses, öyle güzel…”

      “Sen kızı gördün, tanıdın mı?”

      “Uzun macera…”

      Zeynel Ağa gencin sözlerine hayret ediyor, şimdi ona dikkatli bir şekilde bakıyordu.

      “Sen gerçekten balcı mısın? Sesin, nağmelerin, yüzün güzel; hal ve hareketlerin kibar… Gözlerinde zekâ nurları parlıyor. Bu meziyetlerle saraylarda yaşamaya lâyık iken nasıl oluyor da sokaklarda satıcılık yapıyorsun? Satışın bile esrarengiz… Bana bu muammayı açıklar mısın?”

      “Esrarımı size açmadan evvel, ben de sizin kim olduğunuzu öğrenmeliyim. Hani, sizin de orasını arayışınız?”

      Zeynel Ağa kahkahalarla güldü.

      “Sevdiğin kıza ben rakip olmam, evlat. Benim halimde, yaptıklarımda hiç esrar yok. Ben Mısır Valisi Maksut Paşa’nın kâhyasıyım. Paşaya bir cariye satın almak istiyorum. Bu tellal, Abdüssamed’in evinde satılık pek güzel cariyeler bulunduğunu haber almış. Evi bulmak, cariyeleri görmek istiyoruz.”

      “Onu siz alır mısınız? Abdüssamed onun için binlerce altın istiyor. Ödenemeyecek bir hazine…”

      “Mısır Valisinin serveti sonsuzdur, oğlum. Ben pek güzel, pek pahalı bir cariye arıyorum.”

      Güzel balcının yüzünü bir bulut sardı. Ümitsiz, düşünceli bir tavırla çeşmenin yıkılmış mermerlerinden bir parçasına çöktü. Şimdi yalvarır gibi bir bakışla Zeynel Ağa’nın yüzüne bakıyordu. Deminki neşesi uçmuştu. Söyleyecek söz bulamıyordu. Zeynel sordu:

      “Hani ya bana maceranı anlatacaktın?”

      O, biraz düşündükten sonra cevap verdi:

      “Sen mert bir adama benziyorsun. Yalnız kalırsak…”

      Zeynel o zaman tellala emretti, “Sen biraz uzaklarda dolaş,” dedi.

      “Ben Sultan İbrahim’in, daha doğrusu onun Cinci Hocasının belasına, haksızlığına uğramış bir vezirin oğluyum. Şu karşıdaki bahçeler arasında güzel bir köşkümüz, uşaklarımız, cariyelerimiz, şanımız, şerefimiz vardı. Mutlu bir gençtim. Zevk içinde yaşardım. Bir gün evimize geldiler. Babamı tutup aldılar, götürdüler. Hiçbir şey, hiçbir sebep bilmiyor, anlamıyorduk. Ertesi gün felâket haberleri geldi. Babamı sarayda boğmuş, idam etmişlerdi. Bütün mallarına da el koydular. Bizi sokağa attılar. Azatlı kölemiz ve lalam biraz yaşlı oldukları için kurtulmuşlardı. Lalamın evine yerleştik. Annem babamı çok severdi. Bu felâketin acısına dayanamadı. Bir ay içinde söndü, öldü gitti. Ben lalamın evinde kimsesiz, öksüz kaldım. İşte böyle güya bal satıyor, mahallelerde serseri serseri geziyorum. Bir gün kale duvarının dışarısında, sahillerde dolaşırken esirci Abdüssamed’in oturduğu köşkten insanı büyüleyen bir ses işitmiştim. Durdum. Kalın kale duvarlarını aşarak sahillere dağılan bu ses bilmediğim bir tarzda, anlamadığım bir dilde şarkı söylüyordu. Bu sese âşık oldum. Benim sesim de güzeldir. Musikiden anlarım. Herkes sesimin çok tatlı ve pek etkileyici olduğunu söyler. Fakat benim sesim o kızın nağmeleri, ahengi karşısında nedir ki!

      Bu emsalsiz nağmelerin sahibi olan kızı görmek için günlerce, haftalarca esirci evinin etrafında dolaştım. Dikkatleri o kadar üzerime çektim ki bir gün iki yeniçeri azgını beni tehdit ettiler. O günlerde kale dışarısında, öldürülerek hisardan atılmış bir ceset bulunmuştu. Bunun, esirci evindeki kızlara musallat olmuş, gizlice eve girmiş olduğu için öldürülerek atılmış birine ait olduğu söyleniyordu.

      Yeniçeri kolluk kuvvetleri esirci Abdüssamed’i korudular. Soruşturmadan hiçbir şey çıkmadı. Maktulü gömdüler. Her şey unutuldu. Yalnız ben unutamıyordum. O güzel sesli güzel kızı görmek, tanımak hevesi ruhumu büyülerken tehlikelerden korkuyor, geceleri oralarda dolaşamıyordum. Cariyeyi satın alabilecek param da yok. Bu güzel kızı kaçırmayı düşündüm. İşte onun için gördüğünüz gibi bir satıcı kıyafetine girdim. Sabrediyor, fırsat bekliyorum. Çünkü ben onsuz yaşayamayacağım. En yanık, en etkileyici sesimle nağmeler icat ediyor, köşkün etrafında dolaşarak bal satıyorum. Dikkat çeksin diye bu şairane satışı düzenleyip besteledim. Bal! Leziz bal! Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi bal! Leziz bal, diye bağırıyorum. Ben geçerken bütün kadınlar, kızlar ve çocuklar pencerelere, kafeslere koşuşuyorlar. Yalnız Abdüssamed’in evinden kimse çıkmıyor, ben de onu göremiyorum.

      Nihayet geç kaldığım bir gündü. Güneş batmış, gökler yıldızlarla çiçeklenmişti. Köşkün karşısında büyük bir çınar var. Altında oturdum. Etrafı derin bir sessizlik, bir vahşet kaplamıştı. Şiddetli bir lodos rüzgârı heybetli çınarın dallarını sarsıyor, kükremiş denizden sahillere çarpan dalgaların uğultusu bana kadar geliyordu. Yorgun ve umutsuz onu düşünüyordum.

      Birdenbire bir ses, bir nağme bu vahşi gürültüleri yırttı. Hepsinin üstüne çıktı. Bu, onun sesiydi. İnce, ahenkli, etkili bir kadın sesi… Nağmeleri serin, berrak bir su gibi yüzüme, ruhuma serpiliyordu. Gönlümü, gözümü açtı.

      Elimde olmadan doğruldum. Korkuyu, önlemleri unutmuştum. O sustuğu zaman ben söylemeye başladım. Bal! Bal! Leziz bal! Güneş damlası! Cennet şebnemi!