Fazlı Necip

Haremin sultanları


Скачать книгу

gitmeye razıyım,” dedi.

      Zeynel Ağa sordu:

      “Ben vezirlerin çoğunu tanırım. İdam edilen babanız kimdi, sorabilir miyim?”

      “Babam Trabzonlu İslam Paşa idi. Sultanzâde Mehmet Paşa’ya çok yardımcı olmuştu. Paşa, sadrazam olduğu zaman minnetten kurtulmak için babamın idamına razı oldu.”

      “Yaa! İslam Paşa mı? Tanırım. Hatta onun iyiliklerini bile gördüm. Öyle ise seni bir esir gibi değil evlat gibi yanıma alıyorum.”

***

      Abdüssamed’in oturduğu köşkün büyük bahçe kapısından girdiler. Bakımsız bırakılmış bahçelerin, esrarengiz ve sık ağaçlıkların arasından geçtiler. En üst kat pencereleri denizi görebilmek için kale duvarlarını aşmış, filizî boyalı, nakışlı, muhteşem bir binanın önüne geldiler. Burası eski ve terk edilmiş bir saray olmalıydı.

      Sekiz on basamak mermer merdivenlerden çıktılar. İçerideki gürültülü çığlıklar, kahkahalar dışarı taşıyordu. Misafirlere rehberlik eden ihtiyar zenci köle kapıyı açınca garip bir manzara ortaya çıktı: irili ufaklı, Kızıl Deniz’den gelmiş abanoz gibi siyah zenciler; açık kahverenginde Habeşîler; Kafkas Dağları’nın mavi, yeşil, sarı ve kara gözlü dilberleri, sarışın Çerkezler, Abazalar, Gürcüler… Rum, Rus, Macar kızları karmakarışık oynuyor, şuh kahkahalarla gülüyorlardı. Kapının açıldığından haberleri bile olmadı.

      İnce hasır döşenmiş büyük sofayı süpürmeye çalışan zenci kalfanın ayakları arkasına sekiz on yaşlarında çapkın bir köle yumulmuş, öndekiler bacıyı ürkütünce zavallı bacı arka üstü düşmüş, ayakları havaya kalkmıştı. Herkes bu manzara karşısında kahkahalarla gülüyordu.

      Kapıyı açan zenci kölenin bağırması üzerine, çil yavruları gibi, her biri bir tarafa dağıldı.

      Zenci köle, Zeynel Ağa ile arkadaşlarını misafir odasına götürdü. Abdüssamed’e bilgi vermeye gitti.

      Misafirlerin Mısır Valisi için cariyeler satın almaya gelmiş oldukları dışarıda duyulmuştu. Burada mahpus gibi yaşayan, dünya yüzü görmeyen esirlerden birçoğu usandıkları bu hayattan kurtulmak için satılmaya can atıyorlardı. Şimdi gençler ve çocuklar fiskoslarla gülüşerek oda kapısı önüne toplanıyor, içeridekileri görmek için birbirlerini iterek anahtar deliğinden bakmaya çalışıyorlardı.

      Bu sırada Abdüssamed göründü. Cezayir Dayıları kıyafetinde iri yarı bir herifti. Belinde büyük bir kılıcı, elinde kamçısı vardı. Acı bir nara ile bağırdı. Kamçısını sallayarak insan sürüsünü ürküttü. Önündekilerin her biri vahşi hayvanlar gibi bir tarafa kaçışıp dağıldı.

      Abdüssamed kurnaz bir esirci idi. Müşterilerini onlara yaltaklanarak değil, caka satarak etkilemesini bilirdi.

      Odaya girince selam verdi. Zengin ve kendini beğenmiş bir tüccar gibi oturdu. Tellalı tanıyordu. Onunla gelen bu iki kişiden hangisinin efendi olduğunu kestirmek için dikkatle baktı. Genç adamın halinde, yüzünde öyle bir soyluluk nuru vardı ki, efendi ve müşteriyi o zannetti. Zeynel Ağa’ya önem vermeyerek ona hitap etmeye başladı.

      “Efendi nasıl bir halayık, nasıl bir kul ister? Beyaz? Habeş? Siyah? Küçük? Genç? Güzel? Çok güzel? Ucuz? Pahalı? Hepsi var.”

      Zeynel Ağa cevap verdi:

      “Görelim.”

      “Evet, Efendi, siz görecek, beğenecek, sonra pazarlık yapacak. Fakat evvela ne ister, bana onu söyleyecek.”

      “En evvel, bir sarayda bulunabilecek en güzel kızları göster.”

      Abdüssamed, Zeynel Ağa’nın istediği gibi en güzel malını en önce sunmadı. Kızların en adi ve en ucuzlarını getirip göstererek başladı. Onlar beğenilmedikçe daha değerlilerine sıra geliyordu. Adam kapının önünde durmuş, bizzat isimleriyle çağırdığı kızları odaya alıyor; her birinin özelliklerini, meziyetlerini sayıp döktükten sonra fiyatını söylüyordu.

      Zeynel Ağa gururlu bir tavırla, “Daha âlâsı, daha kıymetlisi yok mu?” dedikçe, Abdüssamed mânâlı tebessümlerle,“Var, ya Efendi,” diyor ve daha güzelini getiriyordu.

      Sonunda dışarı doğru, “Nurü’l-ayn,” diye bağırdı ve kızın gelmesini beklerken hakkında bilgi vermeye başladı.

      “Bu, İstanbul’da değil dünyada eşi benzeri bulunmaz bir cariye. Feleğin cilveleri onu buraya atmasaydı, bugün belki bir kraliçe yahut sarayda bir haseki olacaktı. Ve belki yine olacak. Bir zengin bunu satın alır ve saraya takdim ederse…”

      “O kadar fevkalâde bir şey mi bu?”

      “Şimdi görecek ve anlayacaksınız, Efendi. Güzelliği kadar fevkalâde zekâsı, emsalsiz güzellikte bir sesi var. Macar kızıdır ama Türklerden iyi Türkçe okur ve yazar. Tambur, rebap çalar. O kadar kibar, o kadar terbiyeli ki… Göreceksin, hayran olacaksın, Efendi…”

      Abdüssamed malını methetmek için belli ki daha çok konuşacaktı. Fakat davet olunan Nurü’l-ayn’ın odaya girişi ortamı değiştirdi. Zeynel Ağa ile arkadaşı Suphi Bey’i hayretler içinde bıraktı.

      Bu, alelade bir kız değil, kendisine esir olunacak bir varlıklı. Karanlığa doğan nur gibi, serin bir rüzgâr gibi içeri girdi. Uzun, güzel endamını Arap tarzı ipekli bir bornozla örtmüş, sırma rengi saçlarını sarı lalelerden oluşan bir taç gibi başı üstüne toplamıştı.

      Onda ne bir esirin utancı ne de bir fahişenin serbestliği vardı. Güzelliğinin kıymet ve önemini bilen bir gururla yürüyor; baygın, mavi gözlerinden zekâ nurları saçıyordu.

      Zeynel Ağa kıza saygılı bir tavırla, “Sizi Mısır’a, Kasr-ı Yusuf Sarayı’na götürmek istiyoruz, gelir misiniz?” dedi.

      Kız hafif, alaycı bir tebessümle güldü.

      “Cevap vermiyorsunuz, gelir misiniz?”

      “Esirin arzuları sorulur mu, Efendim?”

      “Mısır Valisi Maksut Paşa terbiyeli, genç, yakışıklı, güzel ve mükemmel bir insandır. Orada bir hükümdar gibidir. Saraylarda yaşar. Servetinin haddi hesabı yoktur. Bu güzelliğiniz ve kültürünüzle orada bir sultan gibi hükümran olursunuz.”

      Nurü’l-ayn önüne bakıyor, cevap vermiyordu.

      Abdüssamed, elindeki kamçı ile ona çıkması için işaret etti. Kız büyük bir ağırbaşlılık ve gurur ile odadan çıktı.

      Mısır Valisinin kethüdası, paşasını memnun edecek mücevheri bulmuştu. Pazarlık kolayca sonuçlandırıldı.

      Ertesi gün altınları getirmek ve kızı almak için esircinin evinden çıktılar.

      2

      Gemi Korsanları

      Suphi şair yaradılışlı bir gençti. Bütün ruhunu saran şiddetli sevdasıyla zaman zaman dünyadan bihabermiş gibi daldığı olurdu.

      Bu akşam da geminin baş tarafında bir kenara çekilmiş derin derin düşünüyor, dilinin alıştığı bir ahenkle, hafif nağmelerle mırıldanıyordu:

      “Bal, bal, leziz bal… Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi, leziz bal…”

      Bu nağmeler onun Davutpaşa Bağları’nda, esirci evi etrafında Nurü’l-ayn’ı görmek, sesini işitmek için gezindiği zamanları düşündüğünü anlatıyordu.

      Gemi, pupadan gelen rüzgâr ile dalgalar üzerinden sekerek şuh bir dans eder gibi uçarken; güneş, Girit Dağları üzerinde parçalanmış,