Arthur Berriedale Keith

Hint mitolojisi


Скачать книгу

gelişimiyle destanların mitolojisinin kesin işaretlerini gösteren Puraṇalar dönemi gelmiştir. Şüphesiz bu metinlerdeki malzeme çoğunlukla eskidir ve anlatılar arada sırada Mahābhārata’da görünenden daha önceki bir biçimde muhafaza edilmiştir. Yine de bir bütün olarak muhtemelen hiçbir Puraṇa MS 600’den daha önceye dayanmıyordu ve bazı bölümlerinin son birkaç yüzyıla denk geleceği neredeyse kesindi. Aslında bu edebiyatın devamını kesin olarak kontrol edecek hiçbir şey yoktur. En azından Purāṇaların ikisinin hiçbir belirli metni bulunmuyordu. Yapıcı çelişki korkusu olmayan bir yazar, ibadet ya da hac yolculuğu mekânı onuruna şiir yazıp bunu Purāṇaların herhangi birinin parçası olarak adlandırmakta özgürdür. Bu, günümüze dek Hint mitolojisi ve ibadetine dair güvenilir metinleri içeren edebiyattır. Ancak yine de bu edebiyat temelde rahiplere aittir ve öğrenilmiştir. Ayrıca içerdiği din o kadar detaylandırılmış ve karıştırılmış ki modern Hint mitolojisini net bir şekilde görebilmek için modern Hindistan’daki uygulamalarının gerçek gözlemlerinden alınan kayıtlarla Purāṇaların açıklamasını eklemek gerekir.

      Ana akım Hint mitolojisinin yanı sıra Budistler ile Jainlerin geleneklerinde de önemli akımlar bulunur. Budizmin, Hindistan’daki eski görkeminden geriye cılız izler kalmıştır. Şüphesiz MÖ 500’den MS 700’e dek Hint dinleri arasında en üst sıralarda yer almış olmalıdır. Ayrıca Mahāyāna ya da “Büyük Taşıt” ekolünde baskın orijinal özellikler sergileyen kapsamlı bir mitoloji olarak gelişmiştir. Budizm’e karşın Jainizm, Hint mitolojisine küçük bir katkıda bulunmuş ancak kendi yöntemine göre Hint mitolojisinin birçok temasını geliştirmiştir. Birçok öğretisi de Budizme göre daha yakın bir bağıntı içinde kalmıştır.

      Birinci Bölüm

      Rigveda

      Gökyüzü ve Hava Tanrlar

      Yaklaşık olarak MÖ 500 yıllarında yazılmış mevcut en eski Vedik tefsiri olan Niruktada Yāska, bizlere Ṛigveda mitolojisinin ilk öğrencilerinin tüm ilahları gökyüzünde, atmosferde ya da yeryüzündeki konumlarına göre üç sınıfa ayırdıklarını anlatmaktadır. Daha sonra her bir sınıfın tüm farklı üyelerini üç büyük tanrı olan yeryüzündeki Agni (Ateş), atmosferdeki İndra (Fırtına) ya da Vāyu ve gökyüzündeki Sūrya’nın çeşitli suretleri olarak tanımlamaktadır. Evrenin bu biçimde tahsis edilmesi aslında Ṛigveda’da yaygın olarak kabul görür. Burada üç katlı bir tanzim kural olarak üzerinde görünen her şeyiyle birlikte yeryüzünü mukayese eden görece daha basit görüşe tercih edilmektedir. Yeryüzünün hemen üstündeki bölüm ile rüzgârın, yağmurun ve şimşeğin dışavurumları ilişkilendirilmiş. Diğer yandan güneşle ilgili olaylar tahsis edilen üç bölümün en üstündekine ayrılmış. Bu üç grup da üçe bölünebilir: Böylece “babaların” (şefkatli ölüler), tanrıların ve Soma’nın ikamet ettiği yer en üstteki aydınlık boşluk ya da gökyüzüdür. Atmosferde üç boşluk ya da çoğunlukla biri semavi diğeri dünyevi olmak üzere iki boşluk daha vardır. İki durumda da en üstte bulunan, bazen cennetin ya da gökyüzünün kendisiymiş gibi görülür. Tıpkı yeryüzü gibi onun da kayalıkları ve dağları vardır. Akarsular (bulutlar) içinden akar ve su damlatan bulutlar sürekli ineklerle özdeşleştirilir. Açıkça görünüyor ki atmosferin semavi kesimi kadar dünyevi kesimi de yeryüzünün altında değil üstündedir. Bu yüzden güneş batıdan doğuya yeryüzünün altından geçerek geri dönmez. Aksine aydınlık tarafını gökyüzüne döner ve böylece yeryüzünü karanlıkta bırakarak geldiği yoldan geri döner. Geniş ve sınırsız olarak algılanan yeryüzü şekil itibarıyla bir tekerleğe benzetilir fakat önce Yunan daha sonra Hint mitolojisinde karşımıza çıktığı gibi, etrafını herhangi bir okyanus çevrelememiştir. Yeryüzünün dört, ya da kişinin bulunduğu yeri de dahil edecek olursak beş, köşesi bulunmaktadır.

      Görece daha eski bir inanışa göre yeryüzü ile gökyüzü tek başlarına evreni oluşturur. Bu durumda gökyüzüyle birleştiği için yeryüzünün biçimine dair düşünceler çeşitlilik göstermektedir. Birbirlerine doğru çevrilmiş iki büyük kâseye benzetilmektedir. Diğer yandan başka bir görüş, yeryüzü ile gökyüzünü bir aksın uçlarındaki tekerleklere benzetmektedir. İkili öyle birleşmiştir ki ilah olarak Dyāvāpṛthivī’ye (Gökyüzü ve Yeryüzü) ya Dyaus’tan (Gökyüzü) ya da Pṛthivī’den (Yeryüzü) çok daha fazla ibadet edilir. Müşterek ilah Ṛigveda’da altı ilahiye, Tanrı Yeryüzü sadece bir taneye sahip olabilirken Tanrı Gökyüzü’nün hiç ilahisi yoktur. Hatta tek ilahisinde bile Yeryüzü’ne bulutundan yağmur gönderdiği için şükredilir ki bu aslında kocasının işlevidir. Bu ikili tüm yaratıkları yaratıp onlara güç veren kadim ebeveynler olarak adlandırılır ve tanrıların kendileri de çocuklarıdır. Biṛhaspati’nin (Duanın Efendisi) ebeveynleridirler. Ayrıca sular ve Tvasṭṛi (Sanatçı) ile Agni’yi doğurmuşlardır. Yine de belirgin bir tarafsızlıkla kendi kendilerini yarattıkları söylenir. Çünkü yaratılışlarındaki beceri, bir şairi hayrete düşürecek derecededir. Diğerleri ise yaratılışlarını İndra, Vişvakarman (Her Şeyi Yaratan) ya da Tvasṭṛi’ye dayandırmaktadır. Uzaklara kadar yayılmışlardır, hiç yaşlanmazlar, bol bol süt, arınmış yağ ve bal üretirler. Birisi bereketli bir boğa diğeriyse alaca bir inek olup her ikisi de zürriyet konusunda zengindir. Ayrıca zekidirler ve erdemliliği yüceltirler. Kendilerine ibadet edenleri koruyup onlara yardım ederler.

      Dünyanın yaratılmasına dair daimi sorun farklı biçimlerde ifade edilmektedir. Varuṇa dünyayı güneşlerle ölçer. İndra altı bölgeyi ölçtükten sonra yeryüzünün genişliğiyle gökyüzünün yüksek kubbesini yaratmıştır. Ya da yine yeryüzünün Agni, İndra, Marutlar (Fırtına Tanrıları) ve diğer tanrılar tarafından serildiği söylenmektedir. Yeryüzünün eve benzetilmesi hangi ahşaptan yapıldığı sorusuna yöneltir. Bu evin kapıları, içinden sabah ışığının geldiği doğunun geçitleridir. Hem gökyüzü hem de yeryüzünün çoğunlukla bir destek üzerinde durduğu anlatılmaktadır. Ancak gökyüzünün kirişsiz olduğu bildirilmektedir ve desteksiz durmasındaki mucize dikkate değerdir. Yeryüzü hızlı bir şekilde Savitṛi (Güneşin bir formu) tarafından kuşaklardan yapılmış ve Vişṇu tarafından kancalarla sabitlenmiş. Bununla birlikte Ṛigveda’nın sonuncu ve en yeni kitabında, bu temel kavramların yerine mitolojinin felsefenin içine girdiği yorumlar geçmektedir. Bu kuramlaştırmaların en önemlisi başlangıçta hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin boşluktan ibaret olduğunu bildiren x.129’dakidir. Karanlık ve boşluk farklılaştırılmamış suları sarmalamış. Isıyla birlikte ilk var olan şey meydana geldikten sonra, varlık ile yokluk arasındaki bağı kurmak için aklın ilk tohumu olan arzu var olmuştur. Böylece tanrıların kökeni ortaya çıkmıştır ancak bu noktada yorumlar bir şüpheyle sonlanır. İlahinin kendisi Muir’in metrik ölçüdeki yorumuyla şu şekilde ilerler (Not 1):

      İşte o zaman ne Zerre ne de Madde vardı, hatta gökyüzü ile hava bile yoktu,

      Her şeyi ne kaplamıştı? Her şeyin altında ne vardı? Suyla dolu körfez miydi?

      Ne ölüm var artık ne de ölümsüzlük. Ne gece ne de gündüz dönüyor.

      Bir tek o, kendisine yeterek sakince nefes alıyor, onun ötesinde başka hiçbiri olmuyor.

      İlkin karanlıkta gizlenen karanlık var oldu, bir derya, görüntü sıyrılıp gitti.

      Kaosun içini bir boşluk kapladı, işte o içeri doğru coşkuyla büyüdü.

      Onun içinde ilkin tutku doğdu, zihnin ilk tohumu.

      Varlığın hiçbir şeyle bağlanmadığı, ermişlerin merakla bulduğu.

      Karanlık ve kasvetli