William Elliot Griffis

Kore Masalları


Скачать книгу

Su yüzeyinde yüzünün yansımasını ve ne kadar güzel olduğunu görmüş. Şimdi ne olacak diye beklemeye koyulmuş.

      Bütün bunların yaşandığı sırada göklerde de ilginç şeyler yaşanıyormuş. Göklerin Ulu Efendisi’nin oğlu Whanung, babasından dünyada bir krallık istemiş. Bu istekten pek memnun kalan Göklerin Efendisi, oğluna Ejderin Sırtı Ülkesi’ni yani Kore’yi vermeyi uygun bulmuş.

      Herkes bilir ki ülkemiz, yani Ebedi Şafak Ülkesi, yaratılışın ilk sabahında denizden bir ejder şeklinde yükselmişti. Omurgası, beli ve kuyruğu, güzel ülkemizin sırtını oluşturan büyük dağ sırasıdır. Başı ise kuzeydeki sonsuz Beyaz Dağ şeklinde göğe yükselir. Kar ve buzla kaplı zirvesinde tertemiz bir mavi göl vardır. Sınırımızı oluşturan nehirler işte bu gölden çıkar.”

      “Bu gölün adı ne?” diye sordu Yongi.

      “Ejderha Havuzu,” diye cevap verdi Büyükanne Kim. “Uzun zaman önce bir gece ejderha öyle şiddetli ve uzun bir nefes üflemiş ki, gökler bulutlarla dolmuş. İşte Göklerin Yüce Efendisi, oğlunun dünyaya inişi için bu şekilde hazırlık yapıyormuş.

      İnsanlar deprem oldu sanmışlar ama sabah uyanıp Beyaz Başlı İhtiyar Dağ’a bakınca, göklerde bulutların yükseldiğini görmüşler. Bulut, parlak güneş ışığıyla pembe, kızıl ve sarıya boyanmış. Doğunun gökleri öyle güzel gözüküyormuş ki! İşte ülkemiz ismini böylece almış: Sabah Işığı Ülkesi.

      Göklerin Kutsal Prensi Whanung, rengârenk bulutundan dağ tepesine inmiş, sonra yer yüzüne ayak basmış. Büyük ormana girince dere kenarında oturan güzel bir kadın görmüş. Bu, aslında çok güzel bir kadına dönüşmüş olan dişi ayının ta kendisiymiş.

      Göklerin Prensi bu işe pek sevinmiş. O kadınla evlenmiş ve kısa bir süre sonra çocukları olmuş.

      Annesi, bebeği için yumuşak yosundan bir beşik yapmış ve çocuğunu ormanda büyütmüş.

      O günlerde dağ eteğinde yaşayan insanlar pek kaba ve görgüsüzmüş. Şapka takmazlarmış, beyaz elbiseleri de yokmuş. Kulübelerde yaşar ve evlerini nasıl ısıtacaklarını bilmezlermiş. Okumayı yazmayı da bilmiyorlarmış. Ping Yang eyaletinde Tabak adlı küçük bir dağ varmış. İşte bu dağ üzerinde yer alan bir sandalağacının dibi, onların kutsal yeriymiş.

      Ejderha Havuzu’ndan yükselen rengârenk bulutu görmüşler. Bulut güney yönünde ilerliyor ve onlara doğru yaklaşıyormuş. Sonunda kutsal sandalağacı üzerinde durmuş. Üzerinden beyaz kaftanlı biri inmiş.

      Ah, bu peri mavi gökyüzünde ne de hoş gözüküyormuş! Ne var ki ağaç pek uzaktaymış, oraya varmak için uzun bir yol gitmek gerekiyormuş.

      ‘Haydi, kutsal ağaca gidelim,’ demiş insanların lideri. Böylelikle, tepeyi ve vadiyi aşıp kutsal yere ulaşmışlar. Ağacın etrafını sarmışlar.

      Çok hoş bir manzara varmış karşılarında. Ağacın altında prenslere has bir kıyafetle çok yakışıklı bir delikanlı oturmaktaymış. Genç yüzüne rağmen delikanlının soylu ve ihtişamlı bir tavrı varmış. Gençliğine rağmen bilge ve saygıdeğermiş.

      ‘Evlatlarım! Göklerdeki atalarım sizi yönetmem için gönderdi beni,’ demiş herkese merhametli gözlerle bakarak.

      İnsanlar hemen diz çöküp saygıyla eğilmiş ve şöyle haykırmışlar: ‘Siz bizim kralımızsınız. Sizin hükümdarlığınızı tanıyor ve size sadakatle itaat edeceğimizi ilan ediyoruz.’

      İnsanlar, krallarının ne söyleyeceğini merak ediyormuş. Bunu anlayan Kral, onlara pek çok şey öğretmiş ve kurallar koymuş. Mesela, evlerini nasıl düzenlemeleri gerektiğini göstermiş. Ayrıca hikâyeler anlatmış. İlk olarak halkına niçin ayının iyi ve kaplanın kötü olduğunu açıklamış.

      İnsanlar, krallarının bilgeliğine hayran kalmış. O günden sonra kaplandan nefret etmişler, ayıyı ise çok sevmişler.

      ‘Ona uygun şekilde hitap edebilmemiz için kralımıza bir isim vermemiz gerek. Hangi ismi seçmeliyiz?’ diye sormuşlar yaşlılara. ‘Onu ilk defa kutsal ağacımızın altında gördüğümüze göre unvanı Soylu ve Saygıdeğer Sandalağacı olsun.’ Bunun üzerine krallarını bu isimle selamlamışlar. O da kendisine verilen şerefli unvanı kabul etmiş.

      İnsanların kaba ve bakımsız olduklarını gören Prens Sandalağacı, onlara saçlarını nasıl toplayacaklarını göstermiş. Erkeklerin uzun saçlarını topuz yapmalarını emretmiş. Erkek çocuklarının ise saçlarının örülmesi gerekiyormuş. Hiçbir delikanlı, evlenmedikçe erkek sayılamazmış. Sadece evli erkekler saçlarını topuz yapıp şapka takabilir ve uzun beyaz kaftan giyebilirmiş.

      Kadınlara gelince onlar da saçlarını örgü yapıp boyun hizasında toplamalıymış. Düğün ve benzeri önemli törenler haricinde bu kural geçerliymiş. Ama özel günlerde saçlarını bir pagoda gibi tepelerine yığıp uzun saç tokaları, mücevherler, ipek ve çiçekler kullanabilirlermiş.

      İşte böylece Kore medeniyeti başlamış. Kralımızın koyduğu şapka ve saç kuralı, bugün bile bizi diğer halklardan ayırıyor,” dedi Büyükanne. “Hâlâ Soylu ve Saygıdeğer Prens Sandalağacı’nı anıyoruz. Haydi, artık uyku vakti. İyi geceler, yavrularım.”

      Tavşanın Gözleri

      Balıkların denizler altındaki dünyasında bir sorun vardı. Yüzgeçleri ve kuyruğu olan her balık üzüntü içindeydi çünkü krallarının ağzı feci şekilde acıyordu. Kral’ı bu hale getiren olay işte şöyle olmuştu:

      Günlerden bir gün, sarayının hemen dışındaki sularda yüzmekte olan Balıkların Kralı suda bir şey gördü. Yiyebileceği bir şeye benziyordu bu. Majesteleri, bu şeyi hemen mideye indirdi. Bir de ne olsa beğenirsiniz? Meğer yuttuğu şey bir olta iğnesiymiş! İğne, solungaçlarına takılıp kalmıştı. Teknelerinde oturmuş balık avlayan birkaç balıkçının tuzağıydı bu. Balıkların Kralı ağzındaki o korkunç şeyi görünce hemen kendini oltadan kurtarmaya çalıştı. İp kopmuştu ama iğne ağzında kaldı. İşte Kral bu yüzden ateşler içinde kıvranıyordu.

      Şimdi bütün balıklar demir iğneyi çıkarıp Majesteleri’ni iyileştirmenin bir yolunu düşünüyordu. Kaplumbağadan kayabalığına, sardalyeden balinaya kadar okyanusun tüm bilge yaratıkları ne yapılacağını görüşmek üzere saraya çağırıldılar. Deniz doktorları toplantıda meseleyi konuşurken pek çok bilge balık başını sallayıp gözlerini kırptı ve yüzgeçlerini savurdu. En bilgili ve uzman deniz canlısının kaplumbağa olduğunda herkes hemfikirdi. Doktor Kaplumbağa, Kral’ın nabzını defalarca dinleyip boğazını inceledikten sonra sorunun ne olduğunu anlayabildi. Nihayet yüzgeçleri, kuyrukları ya da pulları olan öteki doktorlara da danıştıktan sonra tavşan gözünden yapılmış bir lapanın olta iğnesini gevşetip Majesteleri’nin derdine çare olabileceğine karar verdi.

      Bunun üzerine Doktor Kaplumbağa, deniz kıyısına gi dip bir tavşanı deniz altına davet etmekle görevlendirildi. Böylece tavşanın gözlerinden sıcak lapa yapıp kralın boğazına sürebileceklerdi.

      Deniz kenarında yüksek bir tepenin eteğine varan Kaplumbağa, başını kaldırınca çukurundan çıkmış, orman kenarında yürüyüş yapan Bay Tavşan’ı gördü. Kaplumbağa derhal sahilin karşısına ilerleyip nefes nefese tepeyi çıktı. Neyse ki Tavşan Kardeş’e günaydın diyebilecek kadar nefesi kalmıştı. Tavşan da selamına nezaketle karşılık verdi.

      “Çok sıcak bir gün,” dedi Doktor Kaplumbağa, sert alnını silip pençelerindeki kumları temizlemek için mendilini çıkarırken.

      “Evet ama manzara o kadar güzel