asla taramıyor ve yıkanmıyorlardı.
İşte bu yüzden Kija, iki topuzlu dağ ruhu Dan Kun’ın kanununu yeniden yürürlüğe soktu. Her evli adamın saçlarını başının üzerinde topuz yapmasını emretti. Böylece Kore halkına özgü topuz saç şekli, kanunen belirlenmişti. Gençlere gelince, onların saçlarını tek örgü yapmaları gerekiyordu. Bir delikanlı, evlenene dek erkek sayılmayacaktı ve büyüklerinin yanında dilini tutması gerekiyordu. Evlenme den önce saçını topuz yapmaya kalkışan delikanlılar cezalandırılacaktı.
Ne var ki kaba insanlar Kija’nın iyi niyetini anlayamamıştı. Topuzu, sokaklarda kavga ederken birbirlerini yakalayabilmek için kullandılar. İri yarı adamlar, ufak tefek olanları topuzlarından kavrayıp zalimce sürüklüyordu. Dahası sopalarla birbirlerinin kafalarına vuruyorlardı. Bu yüzden sokaklarda bir sürü ölü adam vardı. Bu kavga ve cinayetlere bir son vermek isteyen Kija, kavgacıları en az bir metre uzakta tutacak türden bir şapka icat etti.
“Artık kimse kavga etmeyecek,” dedi Kija. “Bu eğlenceleri hepsine pahalıya mal olacak. İki kabadayı her kavga ettiğinde, bir çömlek parası ödeyecekler.”
Kija, kocaman kil şapkalar yaptırdı. Genişliği bir, boyu yarım metre olan bu şapkaların her biri, iki üç kilo ağırlığındaydı. Taş gibi sertleşene kadar bu şapkaları ocakta pişirtti. İşte böylece ters çevrilmiş lapa kâselerine benzeyen şapkalar ortaya çıkmıştı.
Asabi ya da kavgacılığıyla meşhur adamlar, bu ağır çömlekleri başlarına takmak zorundaydı. Ne zaman bir grup erkek bir araya toplansa, ayaklı mantarlara benzeyen bir manzara çıkıyordu ortaya.
Erkekler kavga ettiklerinde başlarındaki çömlekleri kırıyorlardı. Bu sayede Kija, yasayı çiğneyenleri kolayca tespit edip cezalandırabiliyordu. Sonra adamlar çömlekçiye gidip yeni şapka almak zorunda kalıyordu. Bu iş pek pahalıya mal oluyordu; bir şapka için koca bir yıl kazandıkları paranın neredeyse yarısını vermeleri gerekiyordu.
İşte bu şapka fikri sayesinde Kija’nın bilgeliği kanıtlanmış oldu. Çömlek şapkalar, kutsal topuzlar için iyi bir korumaydı ve erkekler bu şapkaları pek sevmişti doğrusu.
Kavgacı adamlar artık birbirlerinin saçlarını çekip kafalarına vurmayı bırakmıştı. Bundan böyle, birbirlerinin yüzüne yumruk atıp kafataslarını kırarak dindirmeyeceklerdi öfkelerini. Bunun yerine alaycı ya da azarlayıcı sözler söylüyor, kızgın kızgın bakıyor ya da gözlerini deviriyorlardı. Tabii bu şekilde hiç kan akmıyordu. En korkunç mimikleri yapıp dişlerini en vahşi şekilde gıcırdatan ve canavar gibi gözükmeyi başaran adamlar, ülkenin en cesur adamları sayılıyordu.
Sokak kavgaları, çirkin surat ifadeleri ve berbat mimiklerden oluşan benzersiz bir mücadeleye dönüşmüştü artık. İlk başta kanlı biteceği sözü verilen bir dövüş, sessiz bir düello veya sağır dilsiz insanlar arasındaki bir tartışma halini almıştı. Bu sayede şiddet eylemleri yalnızca sert bakışlar ve diş gıcırdatmakla sınırlanmıştı. Bu kavgalarda çıkan ses, kaynayan bir çaydanlıktaki buharın sesi kadardı ancak. Zamanla büyük bir sükûnet ve nezaket tüm ülkeye hâkim oldu.
Çömlek şapkalar çok moda olmuştu artık. Hatta kadınlar bile kullanışlı olduğu için bu şapkalardan takmak istiyordu. Mesela ters çevrildiğinde bunları çamaşır leğeni olarak kullanmak mümkündü. Bu yüzden pek çok ev kadını kocalarının eski çömlek şapkasını ödünç alıp çamaşır yıkamak için kullanıyordu. Ayrıca atlar, eşekler ve diğer hayvanlar için yemlik ve yalak olarak da kullanışlıydı bu şapkalar.
Kadınların çömlek şapka giymelerine izin verilmemişti. Yine de Kija’nın onlara muamele tarzından çok memnundular. Çünkü kaba adamların artık ihtiyaç duymadıkları sopalarını ellerinden alıp çamaşır dövmek ve ütülemek üzere kullanmaları için kadınlara vermişti. Bu sayede Koreli kadınlar, ailenin erkek üyelerinin kolalı kıyafetlerini parlatmayı öğrendi. Özellikle de evin babasının giydiği uzun beyaz kaftanı özenle temizliyorlardı. Kija, eskiden birbirlerinin kafalarını kırmak için kullandıkları sopaları çamaşır sopasına dönüştürerek kabadayıları da beyefendilere dönüştürmüştü. İşte o zamandan beri Koreliler nezaketleriyle tanınır olmuştur.
Ne mutlu ki erkekler daha da görgülü hale gelmiş ve eşleri ile kızlarına kibar bir şekilde davranmaya başlamıştı. Çünkü bembeyaz giysileri görünce kadınların onlar için ne kadar çok emek harcadığını anlıyorlardı. Yaz geldiğinde beyefendiler sıcak havadan şikâyet etmeye başlamıştı. Çok terledikleri için giysilerinin bozulacağından korkuyorlardı. Bunun üzerine Kija, bambudan içlik yapmalarına izin verdi. Bunlar ip gibi incecik giysilerdi. Böylece Koreli beyefendiler, omuzlarından bir etek gibi dökülen içlik üzerine dış giysilerini giymeye başladı. Bambudan yapılmış bu iç çamaşırları öyle rahattır ki bunları giyince insan sanki kendi derisini çıkarıp atmış ve sırf kemikleri varmış gibi hisseder.
Kija’nın yönetimi sayesinde insanların görgüsü yavaş yavaş arttı. Kamıştan yapılmış bu rahat giysilere de alıştılar. Dolayısıyla, o ağır çömlek şapkalardan artık vazgeçtiler. Bunun yerine topuzlarının üstüne at kılından yapılmış “kuş kafesleri” takmaya başladılar. Dışarıda ise toplumdaki mevkilerine göre saman, kamış, sepet ipi veya siyah cilalı kâğıttan “çatılar” takıyorlardı. İşte Kore’nin şapkalar ülkesi diye anılmasının nedeni budur.
Fancha ve Saksağan
Bin yıl evvel, Kore’nin kuzeyinde, Tatarların soğuk ve bozkır ülkesinde ün salmış bir kabile yaşardı. Bu kabilenin erkekleri saçlarını uzatıp örer ama başlarının ön kısmını kazıtırlardı. Bu halkın adı Mançular idi.
Mançular, bebeklikten itibaren at binmeyi öğrenirdi. Zamanla çok cesur atçılar ve savaşçılar haline gelmişlerdi. Dağlara kurulmuş ülkelerinden âdeta bulutlar gibi binlerce atlı olarak çıkıp daha sıcak ve zengin bölgelere akın ediyorlardı. Müthiş ok ve yayları, kılıç ve kalkanları vardı. Yüzlerce savaş kazandılar. Sonunda diğer pek çok kabile de onlara katıldı. Büyük Çin ülkesini ele geçirip Kore’yi işgal ettiler.
Ne var ki Mançular, çölde dolaşan göçebe kabilelerden ibaret oldukları sürece yoksul yaşamaya mahkûmdu. Çimenli ovalar ve ormanların sunduğu yiyeceklerle yaşıyorlardı. Mesela fındık, fıstık, bazı otlar, kısrak sütü ve koyun eti yiyorlardı. Giysilerini koyunlarının yününden yapıyorlardı. Bir tek kuvvetlerinden gurur duyarlardı ve atalarının kim olduğunu asla sormazlardı.
Fakat Çin gibi zenginliğiyle meşhur devasa bir ülkenin yöneticileri olduklarında işler çok farklı olmuştu. Bu ülkenin kitapları, yazısı ve binlerce yıllık bir tarihi vardı. Zarif Çinli beyefendiler ve soylular, ülkelerini ele geçiren fatihlere “at suratlı Tatarlar” diyerek onları hor görüyorlardı. Tatarlar zamanla yıkanıp koku sürünmeyi, yeşim taşı ile çay ve porselen gibi Çinlilere has şeyleri kullanmayı öğrendiler.
Çölden çıkıp gelmiş bu insanlar artık tahtlarda oturup başlarına taç takıyor ve mücevherlerle süslü ipek kaftanlar ile kadife ayakkabılar giyiyorlardı. Nihayet, atalarının kim olduğunu ve nereden geldiklerini merak etmeye başladılar.
Böylesi güçlü bir ailenin atalarının bir zamanlar uzak çöllerde çam kozalakları ve at eti, kimi zaman da koyun eti yiyerek ve tatlı niyetine ise kısrak sütü içerek yaşadığına, koyun yününden giysiler giyip ahır hizmetçileri gibi atlarla ilgilendiklerine inanmak olmazdı.
Hayır! Yönettikleri ve itaat altına aldıkları halk, artık Pekin’de yaşayan ve Korelilere kabadayılık eden soyluların bir zamanlar seyislik yapıp at kestiklerini, üstelik