takdirde lütuf getirecek olan, kötü bir biçimde kullanıldığı takdirde bunun sahibine yıkım getirirdi. Rmoahallar bir tür masumca duygular içinde, kendi güçlerini, kendilerinden çok, kendi içlerinde hareket eden kutsal doğaya atfediyorlardı.
Bu, ikinci alt-soy olan Tlavatli insanları arasında değişikliğe uğradı. Bu soyun insanları, kendi kişisel değerlerini hissetmeye başladılar. Rmoahallarca bilinmeyen bir nitelik olarak hırs, bunlar arasında kendini hissettirmeye başladı. Hafıza, bir bağlamda, topluluk yaşantısının ortaya çıkışına aktarılmıştı. Geriye doğru bazı eylemlere bakabilen kişi, birlikte yaşadığı diğer insanlardan bunun tanınmasını talep ediyordu. Kendi eserlerinin hafızalarda korunmasını talep ediyordu. Eylemlerin bu anısına dayanarak, bir arada yaşayan bir grup insan, birini lider olarak seçiyordu. Bir tür kraliyet sınıfı gelişmişti. Söz konusu kabullenme ölüm sonrasında bile korunuyordu. Bu sayede ataların ya da yaşamda erdem sahibi olan kişilerin anımsanması gelişti. Bundan hareketle bazı kabilelerde ölen kişi hakkında bir tür büyük dinsel saygınlık, yani atalar kültü ortaya çıktı. Bu inanç çok daha ileri dönemlere kadar sürdü ve çok farklı biçimlere büründü. Rmoahallar arasında bir insan, hâlâ belirli bir anda kendi güçleri aracılığıyla saygı uyandırabildiği derecede saygı görüyordu. Bunların arasında bir kişi, daha önceki günlerde yaptıklarına ilişkin bir tanınmayı arzu ettiği takdirde, yeni eylemleri sayesinde bu eski gücüne hâlâ sahip olduğunu göstermek zorundaydı. Yenileri sayesinde, eski eserlerini anılarda canlandırması gerekiyordu. Yapılan şey, kendi özdeğeri için saygı görmezdi. Sadece ikinci altsoydur ki, bir insanın kişisel özgünlüğüne, bu özgünlüğün değerlendirilmesinde kendi geçmiş yaşamını göz önüne alma noktasına varacak kadar önem verdi.
İnsanın toplumsal yaşamına yönelik olarak hafızanın bir başka sonucu da, ortak eylemlerin anımsanması sayesinde bir arada olmayı sürdüren insan gruplarının oluşmasıydı. Bundan önce, grupların oluşumu tamamen doğal güçlere, ortak soya bağlıydı. İnsan, kendi zihni aracılığıyla, doğanın oluşturduğuna hiçbir şey eklememişti. Şimdi ise güçlü bir kişilik, ortak bir teşebbüs için belirli sayıda insanı yanına alıyordu ve bu ortak eylemin anısı da sosyal bir grup oluşturuyordu.
Bu tür sosyal, toplumsal yaşam ancak üçüncü alt-soyu oluşturan Toltekler arasında tam anlamıyla gelişebildi. Dolayısıyla, ilk devleti kuranlar bu soyun insanlarıydı. Bu toplulukların liderliği, yönetimi, bir kuşaktan diğerine aktarılıyordu. Baba, daha önce sadece çağdaşlarının hafızasında varlığını sürdürmüş olanı şimdi oğluna teslim ediyordu. Ataların eylemleri, tüm gelecek soy çizgisi boyunca unutulmayacaktı. Ataların yaptıkları, kendi torunları tarafından saygı görüyordu. Fakat o dönemlerde, insanların kendi yeteneklerini kendilerinden gelen nesillere aktarma gücüne sahip oldukları bilinmelidir. Eğitim, sonuçta yaşamı canlı imgeler aracılığıyla biçimlendirmeyi amaçlıyordu. Bu eğitim etkinliğinin temeli, eğitimciden kaynaklanan kişisel güçte yatıyordu. Bu, içgüdüsel düşünce gücünü keskinleştirmiyordu, fakat daha çok içgüdüsel türden olan yetenekleri geliştiriyordu. Bu tür bir eğitim sistemi aracılığıyla, babanın yetileri genelde oğluna aktarılıyordu.
Bu tür koşullar altında, kişisel deneyim üçüncü alt-soy arasında giderek daha fazla önem kazandı. Bir grup insan diğerlerinden yeni bir topluluğun kurulması için ayrıldığında, eski gruptayken deneyimlediklerinin anılarını da beraberinde taşıyordu. Fakat aynı zamanda bu anımsamada, grubun kendisi için uygun bulmadığı bir şey de vardı ki, bu, grubu rahatsız ediyordu. Dolayısıyla, bu durumda grup yeni bir şey denedi. Böylece, bu yeni kuruluşların her biriyle birlikte koşullar iyileşti.
Daha iyi olanın taklit edilmesi sadece doğaldı. Bunlar, Teozofı literatüründe tanımlanan, üçüncü alt-soy döneminde yeşeren toplulukların gelişimini açıklayan olgulardır. Elde edilen kişisel deneyimler, manevi gelişimin ebedi yasalarına inisiye olanlardan destek görmüştü. Kuvvetli yöneticilerin kendileri de inisiye idiler, böylece kişisel yetenek tam bir destek bulabilirdi. Kendi kişisel yeteneği aracılığıyla insan kendini yavaş yavaş inisiyasyon için hazırlar. Sahip olduğu güçleri önce aşağıdan itibaren geliştirmelidir, öyle ki üstten gelen aydınlanma kendisine verilebilsin. Bu yolla Atlantislilerin inisiye kral ve liderleri ortaya çıktı. Ellerinde büyük bir güç barındırıyorlar ve büyük saygı görüyorlardı.
Fakat bu olguda, gerilemenin ve dejenerasyonun da nedeni yatıyordu. Hafızanın gelişimi belirli bir kişiliğin üstün bir güce ulaşmasına yol açtı. İnsan, kendi gücü aracılığıyla önemli olmak istedi. Gücün büyük olması ölçüsünde de bunu daha çok kendisi için kullanmayı arzuladı. Gelişmiş olan hırs, belirgin biçimde bencilliğe dönüştü. Böylece bu güçlerin kötüye kullanımı ortaya çıktı. Atlantislilerin yaşam gücüne hâkimiyetlerinden doğan olanaklarını göz önüne aldığınızda, bu kötüye kullanımın kaçınılmaz bir biçimde büyük sonuçlara yol açtığını anlarsınız. Doğaya egemen olan devasa bir güç, kişisel egoizmin hizmetine verilebiliyordu.
Bu, tam anlamıyla, dördüncü alt-soy, yani ilksel Turaniler tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda belirtilen güçlerin egemenliği hususunda bilgili olan bu soyun üyeleri, bunları çoğunlukla kendi bencil arzularını ve isteklerini tatmin etmek için kullandılar. Fakat bu şekilde kullanıldığında, bu güçler karşılıklı etkileşimleri içinde birbirlerini yıkar. Bu, tıpkı, ayakları bir insanı inatla öne taşımayı isterken gövdesinin geriye gitmeyi istemesini andırır!
Bu tür yıkıcı bir etki, insanda ancak daha yüce bir yetinin gelişmesi sayesinde durdurulabilirdi. Bu da düşünce yetisiydi. Mantıklı düşünce, bencilce kişisel arzuların üzerinde sınırlayıcı bir etki yaratır. Mantıklı düşüncenin başlangıcı ise beşinci alt-soyun, yani İlksel Samiler arasında aranmalıdır. İnsanlar, geçmişin sadece anımsanmasının ötesine geçerek çeşitli deneyimleri karşılaştırmaya başladılar. Yargılama yeteneği gelişti. Arzular ve hazlar bu yargılama yetisi uyarınca düzenleniyordu. İnsan hesaplamaya, sentezlemeye başlamıştı. İnsan düşüncelerle çalışmayı öğrenmişti. Eğer bundan önce insan kendini her türlü isteğe teslim etmişse, şimdi düşüncenin bu isteği onaylayıp onaylamayacağını soruyordu. Dördüncü alt-soyun insanları kendi hazlarının tatminine doğru vahşice koşarken, beşincinin insanları içsel bir sese kulak vermeye başlamışlardı. Bu içsel ses, bencil bir kişiliğin taleplerini her ne kadar ortadan kaldıramasa da, hazları denetliyordu.
Böylece beşinci alt-soy, eyleme yönelik güdüleri insanın içine aktardı. İnsan, ne yapması gerektiğine ve ne yapmaması gerektiğine dair kendi içinde sonuca ulaşmayı ister. Fakat içte, düşünme yetisi bağlamında bu şekilde kazanılmış olan, dışsal doğal güçlerin denetimi bağlamında kaybedilmişti. Yukarıda belirtilen bu birleştirici düşünce sayesinde kişi yaşam gücüne değil, ancak mineraller dünyasının güçlerine egemen olabilir. Dolayısıyla beşinci altsoy, yaşam gücünün denetiminin kaybı pahasına düşünceyi geliştirdi. Ancak bu sayede, insanlığın ileriki gelişiminin tohumunu ortaya çıkardı. Yeni kişilikte, kendinden hoşlanma, hatta tam bir bencillik özgürce gelişebilirdi; çünkü tamamen içte işleyen ve doğaya doğrudan emirler veremeyen düşünce tipi bundan önce kötüye kullanılan güçler kadar yıkıcı etkiler yaratmaya yetkin değildi. Bu beşinci alt-soydan, dördüncü alt-soyun dejenerasyonundan sonra ayakta kalan ve düşünce yetisinin tam bir gelişim misyonunu üstlenen beşinci, Ariler soyunun tohumunu oluşturan en yetenekli kesim seçilmişti.
Altıncı alt-soyun insanları olan Akatlar, düşünce yetisini beşinci alt-soyun yaptığından da öteye taşıdılar. Bunlar İlksel Samilerden bu yetiyi onlara göre daha kapsamlı bir şekilde kullanmaları sayesinde ayrılırlar.
Düşünce yetisinin