hiç kimse, bu soruya herkesi memnun edecek bir yanıt vermeyi başaramadı. Günümüzde dünyayı sarsan nice buhranın temelinde, işte bu çözülemeyen açmaz vardır.
Türkiye ve Japonya, tarihsel rolleri bakımından birbirlerinin aynadaki yansıması gibidirler. Japonya, Asya’nın doğu ucundaki ülkedir ve bayrağına, sabah göğüne yükselen güneş resmedilmiştir. Türkiye, Asya’nın batı ucunda yer alır ve bayrağı, hilal ile yıldızdır. Her iki ülkenin resmi lisanı, Orta Asya steplerinde konuşulmuş dillere dayanır. Her iki ülkenin devlet geleneğinde ve folklorunda, Orta Asya şamanizminin izlerine rastlanır. Asya’da asla sömürge statüsüne düşmemiş yalnız üç ülke vardır; bunlardan ikisi Türkiye ve Japonya’dır.
Türkiye ve Japonya, Batı kültürünü en çabuk benimsemiş Asya ülkeleridir. Türkiye, Avrupa’ya komşudur. Türkiye, Avrupa tehdidine karşı kendini korumak için Batılılaşmıştır. Japonya, Amerika’ya en yakın Asya ülkesidir. Japonya, ABD tehdidine karşı kendini korumak için Batılılaşmıştır. Japonya’da imparator, siyasi iktidardan ziyade manevi bir otoriteye sahiptir. Osmanlı padişahları da kutsal birer şahsiyet, birer “halife” olarak hürmet ve itaat görmüşlerdir. Japonlar imparatora, “Mikado” derler. Bu tabir, Japoncada “Yüce Kapı” anlamına gelir. Türkler, padişahın mevkisini “Bab-ı Âli” diye anarlar. Bu tabir de, Osmanlı Türkçesinde “Yüce Kapı” demektir.
1912’de vefat eden İmparator Meiji’nin çağı, Japonya’nın Batılılaşma devri olarak bilinir. Bu dönemde Japonya’nın başkenti Tokyo, baştan aşağı değişmiştir. Sokaklar havagazı lambalarıyla ışıklandırılmış; caddelerde önce atla çekilen, sonra elektrikli tramvaylar boy göstermiştir. Barok tarzda tren istasyonları, banka binaları inşa edilmiştir. Beri yandan, kentin civarında yoksul varoşlar palazlanmıştır. Yeni icat edilen çekçek arabası, bu varoşlarda yaşayan on binlerce vasıfsız işçinin yegâne ekmek teknesidir.
Bu dönemde, yeni neslin Japon sanatçılarını yetiştirsinler diye, İtalya ve İngiltere’den ressamlar ve heykeltıraşlar getirtildi. Erkekler, Avrupalılar gibi giyinmeye, Avrupalılar gibi sakal bıyık bırakmaya başladılar. Kadınlar, bir dönem Batılı kıyafet kuşandıktan sonra, kimonoya geri döndüler. Kabarık, korseli, giyilmesi güç Batılı elbiselerin modası kısa sürse de, kadınların yaşam tarzındaki bazı değişimler kalıcı oldu. Fabrikalardaki kadın çalışan sayısı hızla arttı. Yirminci yüzyıl başladığında, Japonya’daki işçilerin yarısından çoğu kadındı.
Tarih boyunca, geri kalmış ulusların erkek ve kadınları, gelişmiş ülkelerdeki insanların karşı cinsle nasıl ilişki kurduğuna baktılar ve gelişmiş ülkelerin cinsel kültürünü örnek aldılar. Zengin ülkelerdeki kadın ve erkeklerin davranış kalıpları, yoksul milletlerce “ideal” sayıldı.
19. asır İngiltere’sinde cinsellik resmi, kurallı, gizli kapaklıydı. İngiltere cinselliğe o kadar soğuk bakıyordu ki, jinekolog hekimler hastalarını temasla muayene etmez, soru sormakla yetinirdi. Aynı dönemde bazı Asya toplumlarında cinsellik daha serbestçe yaşanıyor, serbestçe konuşuluyordu. Ve Asyalılar, sahip oldukları cinsel özgürlükten utandılar. Bu özgürlüğü bir ilkellik sayarak, İngilizleri taklit ettiler. Onlar İngilizlere benzemeyi başarana kadar, İngiltere bir “cinsel devrim” süreci geçirdi. Eski mazbutluğunu bir kenara bıraktı. Ve Asyalılar, bu sefer de cinsel konularda İngilizler kadar açık fikirli ve hür olamamaktan yakınmaya başladılar.
Aşk, sevgi, evlilik… Bu alanda Batılılaşmanın kendine göre tehlikeleri vardı. Japonya’da, (Bu romanda da adı anılan) Eğitim Bakanı Arinori Mori feminist fikirlere sahipti ve evlenirken, eşinin her bakımdan kendisiyle eşit haklara sahip olduğunu beyan eden bir belge imzalamıştı. Ne yazık ki evliliği tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Eşitlik, Mori’nin umduğunun aksine mutluluk değil, sürtüşme ve kavga getirdi. Bakan, boşandıktan sonra şöyle yazacaktı: “Eğitimsiz bir Japon kadınıyla öyle bir evlilik yapmaya kalkışmam hataydı.”
Sanşiro, işte bu değişim ve bocalama çağında yaşayan, genç bir adam. Naif, saf, dürüst. Bize aşina gelen kaygılarla boğuşuyor. Büyük şehrin aydınlık gecelerinde kayboluyor. Üniversitede tanıştığı bilimsel ve edebi âlemleri yadırgıyor. Aşkla ve ölümle yüzleşiyor. Ve ortasına düştüğü bu yeni dünyayı anlamaya çalışıyor.
Sōseki’nin ince bir mizahla çizdiği bir gençlik portresi bu. Yazılmasından beri geçen bunca yıldan sonra bile, halen güncel, halen taze. Yaşamaya devam eden bir öykü, Sanşiro’nun öyküsü. Öyle canlı ki, kıyısında dolaştığı gölet bugün bile, Tokyo Üniversitesi’nin talebelerince “Sanşiro Göleti” diye anılıyor.
Bir
İçi geçmişti. Gözlerini açtığında kadın, kim bilir ne zamandır, yanındaki amcayla konuşuyordu. Bu amca, iki durak önce binmiş bir köylüydü. Tren kalkmak üzereyken deli gibi bağırıp koşarak trene girmiş, gelir gelmez de soyunmuştu; sırtı, çektirdiği bardakların3 izleriyle kaplıydı. Bu yüzden amca, Sanşiro’nun belleğinde yer etmişti. Amca terini silip giyinene ve kadının yanına oturana dek Sanşiro onu incelemişti.
Kadın ise, Kyoto’dan beri Sanşiro’yla aynı kompartımanda seyahat ediyordu. Biner binmez Sanşiro’nun bakışlarını üzerine çekmişti. Her şeyden önce, kadının rengi siyahtı4. Sanşiro, Kyuşu’dan gelip Sanyo hattına5 aktarma yaptıktan sonra, Osaka’ya yaklaştıkça kadın yolcuların renkleri giderek beyazlaşmıştı. Öyle ki, Sanşiro kadınlara baktıkça, memleketinden ayrı düştüğünü hissederek hüzünlenmişti. Ve bu kadın kompartımana geldiğinde Sanşiro, kendine karşı cinsten bir arkadaş bulduğunu hissetmişti. Kadının rengi, Kyuşu rengiydi.
Kadın, Mivataların kızı O-Mitsu’yla aynı ten rengine sahipti. Sanşiro memleketinden ayrılana dek, O-Mitsu yaygaracı bir kız olarak kalmıştı. O yüzden Sanşiro, o kızdan ayrıldığına hiç üzülmemişti. Ancak, şu koşullar altında bakınca, Bayan O-Mitsu gibi biri gözüne kesinlikle kötü görünmüyordu.
Sadece çehreler kıyaslanırsa, bu kadın O-Mitsu’dan çok daha üstündü. Ağzı ufacıktı. Alnı, O-Mitsu’nunki gibi kocaman değildi. İnsanın içine hoşluk veren yüz hatları vardı. O yüzden Sanşiro, beş dakikada bir başını kaldırıp kadına bakıyordu. Bazen, kadınla bakışlarının buluştuğu oluyordu. Mesela, amca gelip kadının yanına çömeldiğinde Sanşiro dikkat kesilmiş, olabildiğince uzun süre kadının halini tavrını gözlemişti. Kadın, tatlı tatlı gülümseyip buyurun oturun demiş ve amcaya yer vermişti. Bir süre sonra da, Sanşiro’nun üstüne bir ağırlık çökmüş ve genç adam uyuyakalmıştı.
Görünüşe göre o kestirirken, kadın adamla ahbap olup sohbete koyulmuştu. Gözlerini açan Sanşiro, sessizce ikisinin konuşmasını dinlemeye başladı. Kadın şöyle şeyler söylüyordu:
“Tabii ki çocuk oyuncakları, Kyoto’da Hiroşima’da olduğundan daha ucuz, hem de daha iyi. Kyoto’da biraz işim vardı, hazır trenden inmişken Takoyakuşi’nin6 yanından oyuncak aldım. Ne zamandan beri ilk defa bizim memlekete dönüyorum, çocuğumu göreceğim için sevinçliyim. Ama kocamın gönderdiği harçlıklar kesildi, mecburen ana babamın köyüne döneceğim. Bu yüzden endişeliyim. Kocam, Kure şehrinde uzun süre bir donanma fabrikasında çalıştı; ama savaş sırasında Lüşon’a7 gitmişti. Savaş bittikten sonra geri döndü. Gelir gelmez de, orada daha iyi para kazanılıyor diye Dalian’a8, gurbete gitti. İlk başlarda ondan haber alıyordum, aylarca düzenli olarak mektup geldi, bir sıkıntım