Natsume Soseki

Sanşiro


Скачать книгу

type="note">20 sonra böyle bir insanla karşılaşacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Adam ona sanki Japon değilmiş gibi geliyordu.

      “Fakat Japonya gelecekte adım adım gelişecek,” diye ülkesini savundu. O zaman adam, sanki olup bitmiş bir şeyden bahseder gibi, “Mahvolacak,” dedi. Eğer Kumamoto’da birisi ağzından böyle bir söz çıkaracak olsaydı, o saat yumruğu yerdi. Hatta belki de vatan haini muamelesi görürdü. Sanşiro, böylesi fikirlerin kafasının bir köşesine bile girmesine müsaade etmeyen bir atmosferde büyümüştü. O yüzden adamın, gençliğinden istifade edip onunla dalga geçiyor olabileceğini düşündü. Adam, halen neşeli neşeli gülümsüyordu. Buna rağmen o sakin konuşma tarzında alay eder gibi bir hal de yoktu. Sanşiro adamı çözememişti, onunla muhatap olmamaya karar verip sustu. O zaman adam şöyle dedi:

      “Tokyo Kumamoto’dan geniştir. Japonya da Tokyo’dan geniştir. Ve Japonya’ya…” Sözünü yarıda kesti, Sanşiro’nun yüzüne bakıp onun kendisini dinlediğinden emin oldu. “Japonya’ya kıyasla da insanın kafası geniştir,” dedi. “Aklını ele geçirmelerine izin verme. Yoksa Japonya’ya hizmet ettiğini sanırken bile sadece ona zarar verirsin.”

      Bu sözleri duyduğu an, Sanşiro, Kumamoto’yu sahiden geride bırakmış olduğunu hissetti ve anladı ki, Kumamoto’da geçirdiği günler boyunca kendisi çok ödlek birisi olagelmişti.

      O akşam Sanşiro, Tokyo’ya ulaştı. Bıyıklı adam, ayrıldıkları ana kadar ona ismini söylemedi. Sanşiro, “Tokyo’ya vardıktan sonra, elimi sallasam böyle bir adama çarpacak nasılsa,” diye düşündü ve adamın adını soyadını sormaya kalkışmadı.

      İki

      Sanşiro’yu Tokyo’da şaşırtan pek çok şey vardı. İlk önce, elektrikli tramvayların çıkardığı “çin-çin” sesine şaşırdı. Sonra, iki çin-çin sesi arasında inanılmaz sayıda insanın binip inmesine şaşırdı. Daha sonra Marunouçi’de21 şaşırdı. Onu en çok şaşırtansa, ne kadar giderse gitsin Tokyo’nun bir türlü bitmek bilmemesiydi. Üstelik nereye yürürse yürüsün, sökülmüş kalaslar ve yığılmış molozlar buluyordu; her sokağın yanında iki üç tane yeni ev vardı, yarısı yıkılmış depoların ayakta kalmış ön yarılarına bakınca insanın içi daralıyordu. Her şey imha edilme halindeydi adeta. Ve aynı anda, her şey inşa edilmekteydi. Acayip bir hareketlilikti bu.

      Sanşiro çok şaşkındı. Yani, alelade bir köylü ilk defa kentin ortasında durduğunda ne kadar şaşırırsa, Sanşiro da o kadar şaşırmıştı. Şimdiye dek aldığı tahsil, onun şaşırmasını önlemekte reçetesiz satılan bir ilaç kadar bile etkili olamamıştı. Bu şaşkınlıkla beraber, Sanşiro’nun özgüveni yaklaşık yüzde kırk oranında azalmıştı. Kendini çok rahatsız hissediyordu.

      Eğer bu vahşi faaliyet, gerçek dünya denen şeyin ta kendisiyse, demek ki kendisinin bugüne kadarki yaşantısı gerçek dünyayla tamamen alakasızdı. Adeta bir mağarada, uykuda yaşamıştı. O halde bugünden sonra uyumayı bırakıp bu faaliyete katılabilecek mi diye sorarsanız, bu onun için pek de kolay olmayacaktı. Şu an, o faaliyetin tam ortasında duruyordu. Ancak dört bir yanında sürüp gitmekte olan o faaliyet gözlerinin önüne serilmişti, o kadar. Bir öğrenci olarak sürdürdüğü yaşantıda değişiklik yoktu. Dünya, ileri geri çalkalanıp duruyordu. Kendisi o çalkantıyı seyrediyordu. Ama o çalkantıya katılmak elinden gelmezdi. Kendi dünyası ile gerçek dünya, birer kenarlarıyla yan yana gelmiş olsalar da, halen kesişmemişlerdi. Gerçek dünya, ileri geri çalkalanarak ve Sanşiro’yu geride bırakarak geçip gidiyordu. Sanşiro çok huzursuz olmuştu.

      Sanşiro, Tokyo’nun göbeğinde durup elektrikli ve buharlı trenlerin, beyaz kimono giymiş insanların, siyah kimono giymiş insanların faaliyetini seyrederken bunları hissetti. Ancak öğrencilik yaşantısının arka planında yatmakta olan fikir dünyasındaki hareketliliğin hiç mi hiç farkında değildi. Meiji çağının22 fikir dünyası, Batı âleminin tarihinde üç asırda yaşanan her şeyi, son kırk yılda tekrar etmişti.

      Sanşiro’nun, hareketli Tokyo’nun bağrında kapana kısıldığı, tek başına tutsak olduğu o günlerde, memleketteki annesinden bir mektup geldi. Bu, onun Tokyo’dayken aldığı ilk mektuptu. Zarfı açtığında karşısına çıkan sayfalar, bir sürü şeyden bahsediyordu. Evvela, bu yıl da hasadı çok şükür kaldırdık diye başlıyor, sağlığına mutlaka dikkat etmelisin diye bir ikazla devam ediyor, Tokyo’da herkes kurnazdır ve insanlar kötüdür, o yüzden dikkatli ol diyor, okul harçlığını her ayın sonunda yollayacağız, için rahat olsun diye ekliyor, Katsutalardan Bay Masa’nın yeğeni olan biri hükümet okulundan mezun olmuş da temel bilimler akademisine mi neye girmiş, onu bir ziyaret et ki sana yardım etsin diye bitiyordu. Anlaşılan annesi en önemli şeyi, yani o adamın ismini yazmayı unutmuştu da, mektubun kenarına “Bay Souhaçi Nonomiya” diye eklemişti. Mektubun kenarında iki üç tane not daha düşülmüştü: Saku’nun kömür karası atı hastalandı öldü, Saku çok zor durumda kaldı, deniyordu. Mivatalardan Bayan O-Mitsu sana tatlıbalık yolladı, ama Tokyo’ya gönderseydik balıklar yolda kokardı o yüzden hepsini biz yedik, diye de bir not vardı.

      Sanşiro mektuba bakınca, sanki eline karanlık çağlardan kalma bir belge geçmiş gibi hissetti. Annem kusura bakmasın ama benim bunları okuyacak zamanım yok diye düşündü. Yine de mektubu baştan sona iki kez okudu. Bir diğer deyişle, Sanşiro gerçek dünyayla bir şekilde temas kurmuş olsa bile, şimdilik annesinden başka kimsesi yoktu. Ve o annesi de, eski bir taşra beldesinin eski kafalı insanlarından biriydi. Ondan başka, bir de trende tanıştığı kadın vardı. O da, bir şimşek gibi gelip geçmişti. Kadınla tanışıklığı, birliktelik denmeyecek kadar kısa sürmüş ve çok keskin geçmişti. Sanşiro, annesinin sözünü dinleyip Souhaçi Nonomiya’yı ziyaret etmeye karar verdi.

      Sonraki gün, normalden bile daha sıcak23 bir gündü. Sanşiro, “Okullar tatil, o yüzden temel bilimler akademisine gitsem bile Nonomiya’yı orada bulamayabilirim,” diye düşündü. Ama annesi Nonomiya’nın hangi yurtta kaldığını yazmadığı için, hele gidip bir soralım bakalım dedi ve öğleden sonra dörtte, lisenin yanından geçince az ilerideki Yayoi Mahallesi24 kapısından kampüse girdi. Yol bir parmak tozla kaplıydı ve bu tozda, tahta takunyaların dişleri, ayakkabıların tabanları, hasır sandaletlerin altları net desenler bırakmıştı. Arabaların25 ve bisikletlerin izleri sayılamayacak kadar çoktu. Kalbi boğacak kadar iç sıkıcı bir yoldu, ama kampüse girince insan kendini üniversiteye layık bir bahçede, ağaçlar arasında buluyor ve biraz rahatlıyordu.

      Sanşiro, en yakındaki kapıdan geçmeye yeltendi ama kapı kilitliydi. Binanın diğer yanına dolanması da hiçbir işe yaramadı. Sanşiro, sonunda binanın yan tarafına çıktı. “Şansımı bir de burada deneyeyim,” diyerek yan kapıyı itince kapı ardına kadar açıldı. Koridorun köşesinde bir müstahdem uyukluyordu. Sanşiro neden geldiğini söyleyince, müstahdem kafasını toplamak istercesine Ueno ormanının manzarasını seyretti ve aniden, “Belki buradadır,” deyip bir odaya girdi. Kısa bir sessizlik oldu. Adam nihayet odadan çıktı. Dostça bir tavırla, “Buradaymış. Geliver hele,” dedi. Sanşiro, müstahdemin peşine takılıp köşeyi döndü, beton koridordan geçip bir kat aşağıya indi. Dünya birden loşlaşmıştı. Dışarıdaki yakıcı güneşte kamaşmış gözleri bir müddet iyi göremedi, ama bir süre sonra karanlığa alıştı. Burası bodrum kat olduğundan nispeten serindi. Sol tarafında bir kapı vardı ve kapı aralık duruyordu. Orada, bir çehre seçiliyordu. Alnı geniş,