görünürdü. Teni o kadar beyazdı ki insanlar ona “Kuğunun Kızı” derlerdi. Erkek ya da kadın fark etmeksizin her türlü sesi taklit edebildiğinden insanlar onun için “Taklitçi” ismini de kullanırdı. Yaşlanmayacağına veya ölmeyeceğine fakat günü geldiğinde insanların rahatça yaşadığı cennete ve dünyanın sonuna göçeceğine inanılırdı. Orada ne kar, ne yağmur yağar ne de fırtına kopardı ama tüm dünyayı dolaşan okyanus daima sarı saçlı Kral Rhadamanthus’un halkına serin rüzgârlar estirmesi için batı rüzgârını oraya gönderirdi. Helen hakkında pek çok hikâye anlatılsa da Ulysses, çok akıllı ve hoş kuzeni Penelope’den hoşlandığından Helen’le evlenemediğine hiç üzülmedi.
Ulysses, gelenek olduğu üzere eşini, babası Kral Laertes’in yaşadığı saraya getirmiştir ama daha sonra Penelope ve kendisi için ayrı bir oda inşa etmiştir. Burada, sarayın iç avlusunda büyük bir zeytin ağacı dikilmişti. Ağacın gövdesi neredeyse büyük salonun oymalı uzun sütunları kadar büyüktü. Ulysses odayı bu ağacın çevresinde inşa etmiş, çevresini taşlarla kapatmış, üstünü bir çatıyla örtmüş ve buraya tam uyan kapılar yapmıştır. Sonra da zeytin ağacının dallarının tamamını kesmiş, ağacın gövdesini düzleştirerek bunu bir karyola direğine çevirmiş ve yatağı altın, gümüş ve fildişi işlemelerle güzelleştirmiştir. Yunanistan’da buna benzer başka bir yatak yoktur ve hiç kimse onu yerinden kımıldatamamıştır. Bu yatak, hikâyenin sonunda tekrar karşımıza çıkacaktır.
Zaman akıp giderken Ulysses ve Penelope’nin Telemakhos adını verdikleri oğulları dünyaya gelmiştir ve çocuğa yine Eurykleia bakmıştır. Kayalıkların üzerine kurulu İthaka’da barış içerisinde mutlu bir yaşam sürerlerken Ulysses ülkenin topraklarına ve hayvan sürülerine göz kulak olmuş ve en hızlı köpek olarak bilinen Argos ile ava çıkmaya devam etmiştir.
IV
Helen’in Kaçırılması
Mutlu günler uzun sürmedi ve Telemakhos daha bebekken dünyada bilinen en büyük, en zorlu ve en sıradışı savaş patlak verdi. Yunanistan’ın doğu kesiminde kalan denizin ötesinde zengin Kral Priam yaşardı. Truva ya da Ilios olarak adlandırılan şehir, deniz kıyısındaki bir tepe üzerine kuruluydu; Avrupa ile Asya arasındaki Çanakkale Boğazı da buradaydı. Güçlü duvarların çevrelediği muhteşem bir şehirdi. Kalıntıları bugün hâlâ ayakta. Bu boğazdan geçen tüccarların krallara bir geçiş ücreti ödemesi gerekirdi. Kralların Truva’nın tam karşısında, Avrupa’nın bir parçası olan Trakya’da müttefikleri vardı ve Priam denizin bu tarafında bulunan prenslerin lideri konumundayken Agamemnon Yunanistan’ın ana lideriydi. Priam güzel şeylere sahipti; içerisinde altın yapraklar ve salkımlar olan altından yapılma şarabı vardı. En hızlı atlar ondaydı; birçok güçlü ve cesur evladı vardı. Oğulları içerisinde en güçlü ve cesuru Hektor adlı çocuktu. En genç ve yakışıklı olanı ise Paris’ti.
Priam’ın eşinin yanan bir meşale doğuracağına dair bir kehanet dolaşıyordu. İşte bu yüzden Paris doğduğu zaman Priam hizmetkârına bebeği alıp İda dağında ıssız bir ormana götürmesini, onu ölüme terk etmesini veya kurtlar tarafından yenmesi için ormanda bırakmasını emretmiştir. Hizmetkâr onu ormanda bırakmıştır ama bebeği bir çoban bulmuş ve onu kendi oğlu gibi yetiştirmiştir. Helen nasıl kızların en güzeliyse Paris de erkek çocukları arasında öyle güzeldir. Kırsal kesimdeki insanlar arasındaki en hızlı koşucu, avcı ve okçudur aynı zamanda. İda’daki ormanda bir mağarada yaşayan Oi-none adlı peri onu çok sevmektedir. O dönemde bu tür periler tüm ağaçlık yerler, dağlar ve su kaynaklarında yaşar, tıpkı denizkızları gibi dalgaların yüzeyinde kendi kristal sarayları olurdu. Bu periler kötü değil, aksine nazik ve kibardı. Kimi zaman ölümlülerle evlenirlerdi. İşte Oinone de Paris’in eşi olacaktı, böylece Paris ölene dek onu kendisine saklayacaktı.
Oinone’nin ne kadar kötü şekilde yaralanırsa yaralansın tüm insanları iyileştirme gibi sihirli bir gücü olduğuna inanılırdı. Paris ile Oinone ormanda mutlu mesut yaşıyordu. Derken bir gün Priam’ın hizmetkârları Paris’in sürüsündeki güzel bir boğayı kaçırdı ve Paris de onu aramak için bulunduğu tepeyi terk edip Truva şehrine geldi. Annesi Hekabe onu gördüğünde Paris’e yakından baktı. Bebeği doğumdan hemen sonra ondan alınmadan önce bebeğin boynuna astığı yüzüğü fark etti. Durumu anlayan Hekabe oğluna sıkıca sarıldı, mutluluk gözyaşları döktü ve oğlunun yanan bir meşale olacağı kehanetini tümüyle unuttu. Priam, diğer oğulları gibi Paris’e de bir ev verdi.
Helen’in güzelliğinin namı Truva’ya kadar ulaşmıştı. Paris mutsuz olan Oinone’yi tamamen unutmuştu ve Helen’i bizzat kendi gözleriyle görmek istedi. Belki de evlenmeden önce Helen’in de eşi olabileceğini düşünüyordu. Ancak o dönemde gemi ile deniz yolcuğu yapmak konusunda az şey biliniyordu. Deniz alabildiğine engindi ve erkeklerin Mısır ve Afrika’ya doğru yolculuğa çıkıp yıllarca evlerine geri dönmedikleri, denizlerde kayboldukları biliniyordu.
Paris, Helen’le evlenme şansını çoktan kaçırmıştı kaçırmasına ama onu görmeye kararlıydı. Hızlı akan berrak Eurotas nehrinin kıyısından, Taygetus dağının üzerinden giderek saraya ulaştı. Sarayın hizmetkârları tekerlek ve atların ayak seslerini duyup büyük salondan çıkageldi ve içlerinden bazıları atları kontrol altına alıp at arabalarını giriş kapısına doğru yatırırken kimisi de Paris’e güneşin altın ve gümüş yansımalarını gönderdiği salona kadar eşlik etti. Hemen sonra Paris ve yoldaşları banyoya götürüldü, kendilerine beyaz örtüler ve mor kaftanlardan oluşan yeni giysiler verildi. Sonrasında ise Kral Menelaus’un huzuruna geldiler ve Kral onları nezaketle karşıladı. Yiyip içmeleri için önlerine et ve altın kupalarda şarap konuldu. Tam konuşurken Helen bir tanrıça edasıyla güzel kokulu odasından çıkageldi. Bekâr arkadaşları onun arkasından geliyor, Helen oturduğu zaman üstüne sereceği menekşe renginde yünden bir örgüyü taşıyordu. Helen, Paris’in onun dillere destan güzelliğini görmek için çok uzaklardan geldiğini de bu esnada duydu.
Helen oturup örtüyü üzerine sererken Paris, hayatında o âna dek bu kadar güzel ve zarif bir kadınla karşılaşmadığını düşünüp duruyordu. Yıldız denen yakut elmasın kırmızı taşları da düşüyor ve gözden kayboluyordu bu sırada. Helen de tanıdığı onca prens içerisinde Paris kadar güzeline rastlamadığını düşünüyordu. Bazılarına göre Paris büyülü bir şekilde Menelaus’un huzuruna çıkıp sanki kendi eşiymiş gibi Helen’e denize açılmayı teklif etmiş, Truva’nın vahşi sularına açılarak onu eşinden ve güzel kızı Hermione’den ayırmış ve Helen’i alıp götürmüştür. Kimisi ise tanrıların sadece Helen’i Mısır’a götürdüğünü, Paris’in Truva’ya getirdiği çiçeklerden ve günbatımı bulutlarından ona benzeyen güzel bir hayalet yarattığını söyler. Bunun sonunda da Yunanlar ve Truvalılar arasında savaş çıkmıştır. Bir başka hikâyeye göre de Menelaus ava çıktığında Helen, onun odasındaki diğer kızlar ve mücevherler zorla ele geçirilmiştir. Kuşkusuz Paris ve Helen birlikte denizleri aşmıştır. Kral Menelaus ile küçük Hermione, Eurotas’ın yanı başındaki melankolik sarayda yalnız kalmıştır. Şundan eminiz ki Penelope güzel kuzeni için bahaneler üretmemiş, kendi üzüntüsüne ve savaş sırasında binlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiği için ondan nefret etmiştir. Tüm Yunan prensleri Menelaus adına ona zarar verip eşini çalan kimselere karşı savaşacaklarına dair ettikleri bir yeminle bir araya gelmiştir. Ancak Helen, Truva’da hiç mutlu değildi. Diğer tüm kadınlar, özellikle de Paris’e âşık olan Oinone onu suçlarken o da acımasızca kendini suçluyordu. Erkekler Helen’e karşı daha nazikti ve onun güzelliğinden bir parça dahi kaybetmesindense ölümüne savaşmaya kararlılardı.
Menelaus’a ve Yunanistan’ın