M. Turhan Tan

Cengiz Han


Скачать книгу

saydıran ve sevdiren bakışlı, güzel giyimli Temuçin Bay’ın bu aşk alışverişini seyrettiklerini tevehhüm etmesi idi.

      Güzel Güncü, uzun bir saat bu üzüntüye göğüs gerdi, kocasının hummalı bir iştiyak içinde ödenmesini istediği rüşveti verdi, tepelerinde durduklarını sandığı o yabancı adamlara karşı bu vaziyetini mestur14 tutmak için, için için çırpındı ve nihayet serbest kalıp uyudu. Rüyaları gene onlarla dolu idi, sabaha kadar onlarla meşgul olmuştu.

      İlk ışık, Nayman payitahtını hayata çağırırken Güncü Hanım ayakta idi. Koyunlardan, atlardan, develerden evvel gözünü açan güzel kadın, ak keçe üzerinde yamçısına bürünüp uyuyan kocasına şöyle bir göz atar atmaz gene Temuçin’i ve onun gönderdiği seyisleri düşündü, yeni baştan sinir buhranları geçirmeye başladı. Yüzünü görmediği hâlde kendisine hayalinde bir çehre ve endam çizdiği Moğol beyini ve kırpık bıyıklı at uşağını böyle hiç durmadan düşünmek canını sıkıyordu. Fakat bu sıkıntıda garip bir tat da vardı. İşte bu tattır ki o can sıkıntısını hoş gösteriyordu.

      Güncü Hatun, Çin ülkesinden getirilme bir ayna karşısında saçlarını tararken yine o hayalleri göz bebeklerinde taşıyordu ve bu sefer kendi yüzü onların yüzü ile yan yana gelmiş, gene kendi saçı onların başında altın telli bir taç hâlini almış bulunuyordu. Birbirine hem benzeyen hem benzemeyen iki hayali müşterek bir taç altında birleştirmek ve bu hayallere kendi yüzünü de karıştırmak genç kadının hoşuna gidiyordu. Eğer Köşlük Han uyanıp da onu “Gel güzel eşim, çakşırımı getir.” emriyle yanına çağırmasa bu muhayyel tablo önünde belki saatler geçirecekti.

      Fakat bu amir davet üzerine gene hayal âleminden sıyrıldı, saçlarını derleyip topladı, kocasının börkünü, kürkünü, çizmesini verdi ve kendisince mukarrer15 gezintiyi de bildirdi.

      “Ben biraz dolaşmak istiyorum. Moğol beyinden gelen atları sınamış, biraz da hava almış olurum.”

      “Ne yana gideceksin?”

      “Gündoğuya doğru.”

      “İyi olur ama çok açılma, obalardan ırağa düşme.”

      “Uzaklarda işim ne? Şöyle üç beş saatlik bir gezinti.”

      “Temuçin’e gönderilecek elçiyi yola vurduktan sonra belki ben de kıra çıkarım, sana erişirim. Haydi, yolun açık olsun.”

      Bu muhavere üzerine lazım gelen emirler verildi, atlar hazırlandı. Güncü Hatun Naymanlar merkezinden ayrıldı. Yanında mahut hizmetçi kadınla gözü ağrılıklı sihirbaz seyis ve Sardoğan vardı. Bunlardan birincisi kendi bindiği atın, Sardoğan da hizmetçiyi taşıyan hayvanın izinde ve süvari olarak yürüyorlardı. Köşlük Han, beraberinde beş on atlı bulunmasında ısrar ettiği hâlde Güncü kabul etmemişti, “Ben düğüne gitmiyorum, sürgün avına da çıkmıyorum, bu kadar kalabalığa ne lüzum var?” deyip o iki yabancı seyisten ve bir de hizmetçisinden başkasını yanına almamıştı. Köşlük, çelimsiz iki at uşağına bir tavşan kadar bile ehemmiyet vermediği için karısını zorlamamıştı, kendisini istediği gibi atlanıp gezmeye çıkmakta serbest bırakmıştı.

      Güncü’nün bindiği at, Temuçin’den armağan gelen hayvanların en iyisi idi. Hizmetçi kadının altına da gene o armağanlardan bir iyisi çekilmişti. Tutsak seyisler, Nayman atlarına binmişlerdi. Başta Köşlük Han olmak üzere oymak halkı hep sıralanarak Moğol atlarının yürüyüş kabiliyetini seyre hazırlanmışlardı. Elçiler de han karısının bu gezintisini getirdikleri armağanların makbul görüldüğüne burhan16 saydıkları için çadırlarından dışarı fırlamışlardı, Güncü’nün önünde ulcaşarak teşekkür etmişlerdi.

      Güzel kadın, bu tezahürat arasında atı mahmuzladı, çadırlar arasından son süratle yola fırladı. At yürük, süvari mahir olduğundan bu çıkış yaman bir çıkış oldu, seyirciler arasında müthiş bir alkış koptu ve biraz sonra atlılar toz duman içinde göze görünmemeye başladı.

      Kırlar ıssızdı. Yeni bir avula veya oymaya tesadüf olununcaya kadar bu ıssızlık devam edecekti. Dört atlı, bu sonsuz görünen boşluk içinde âdeta gayritabii görünüyorlardı. Hareketsiz gök, hareketsiz toprak, hareketsiz kayalar, hareketsiz çalılar arasında durmadan koşan, durmadan ilerleyen bu dört at, gözlere aykırı görünen bir şey oluyordu. Şu sakin ve durgun sahneye yakışan, hareketsizlikti. Atlar ve süvariler, bir efsunla birdenbire dursalar ve taş kesilseler, o hareketsizliğe yakışan birer heykel hâlini alacaklardı. Fakat böyle bir efsun olamazdı ve onlar durmadan yürüyorlardı.

      Güncü, zihnine yapışan hayalleri ve hayaletleri sanki şu sessiz kırın kırışık göğsüne zerre zerre saçarak sıkıntıdan kurtulmak istiyormuş gibi çala mahmuz koşuyordu. Bir saat, iki saat bu gezintiyi niçin yaptığını âdeta hatırlamadı, esen rüzgârla at uçuşundan doğan sert bir yeli birbirine karıştırdı ve bu karışıklığın yarattığı kasırga içinde koştu, ardındakileri de koşturdu. Lakin hizmetçisiyle ve seyislerle bir kelime konuşmadı.

      Berikiler, öbür kadınla iki erkek, han karısının izinden geri kalmamak için bindikleri hayvanları zorluyorlardı. Biraz gerilemenin büyük bir hürmetsizlik olacağı mülahazasıyla atları ter ve köpük içinde bırakıyorlardı. Fakat seyisler, bu korkunç uçuş arasında da gene fırsat buluyorlardı, birbiriyle üç beş kelime fısıldaşıyorlardı.

      Nihayet atlar yoruldu, böğürlerinde mahmuzlardan açılan yaralara rağmen artık koşmuyorlardı, koşamıyorlardı. Sessiz bir isyan içinde ayaklarını zaruri bir sükûnete doğru çeviren hayvanların bu azmini, neden sonra sezen Güncü Hatun, rüzgârların yelpazelediği hayalî uykusundan uyandı, atın başını çekti, dört tarafına bakındı.

      Oh! Manzara ne kadar güzeldi! Gök ve yer, ufkun kapandığı yere kadar aynı lekesizlikle uzanıp gidiyordu. Biri yukarıda, biri aşağıda uzanan bu göz kapıcı enginlik, müştak ve mütehassir göğüslerini birbirine açan iki sevgiliye benziyorlardı. Bir mavi, biri sarı bir güzellik taşıyan bu sevgililer, şu derin sessizlik içinde neler ve neler söylüyorlardı…

      Güncü Hatun, ne hizmetçisiyle konuştu ne seyislere bir söz söyledi. Tabiatın sevgi ve saygı ilham eden azameti önünde derin derin düşünmeye daldı. O, gözlerini dayanılmaz bir cazibe ile kendi enginliğine çeken göğe ve yere bakarken Altay Türklerinin bir efsanesini hatırlıyordu.

      Bu efsaneye göre yer yokken, gök yokken, insan ve hayvan yokken, hiçbir şey yokken yalnız iki şey vardı: Kara Han, su!.. Kara Han’dan başka gören, sudan başka da görünen yoktu. Kara Han, yıllarca ve yıllarca bu yalnızlığa dayandı, sonra usandı. Kendisi gibi gören, bilen, yapabilen bir şey yaratmak istedi, bir “er kişi” yaptı. Şimdi ikisi, Kara Han’la bu yeni adam, iki kara kaz gibi suyun üzerinde uçuşuyorlardı, dolaşıyorlardı. Fakat yeni adam, kanatsızdı. Kara Han’dan daha yüksek yerlere fırlamak, daha hızlı uçmak istiyordu. Kara Han, yarattığı adamın bu arsız dileğini anladı, onun yersiz bir gurura kapıldığını sezdi, kendisini cezalandırmayı kararlaştırdı ve ona verdiği bilmek kudretini, uçmak kuvvetini geri aldı. Şimdi o, bir taş parçasına benzemişti. Ne takati vardı ne kuvveti. Baş döndürücü bir hızla suyun dibine doğru batıyordu.

      Asi ve günahkâr adam, işin fenalaştığını pek çabuk anladı, yanık yanık tövbe etmeye başladı, suçunun bağışlanması için yalvarmaya girişti. Kara Han ona acıdı. Kendisine bilmek ve toprak üzerinde yaşamak kudretini verdi. Fakat uçmak iktidarını artık vermedi. Şimdi onun yaşayabilmesi için toprak lazımdı. Kara Han, suyun altından bir