M. Turhan Tan

Cengiz Han


Скачать книгу

adamdan insanların dokuz ırkı üredi. Kara Han, insanlara kılavuzluk etmek üzere Yayık adlı bir melek gönderdi. Yayık insanları, doğru yola götürmeye çalışırken ilk yaratılan kişi, onları baştan çıkarmaya, türlü türlü eğlencelere alıştırmaya uğraşıyordu. Kara Han, bu ahmak insanlara kızdı. Yeryüzünü darmadağın etmesini Yayık’a emretti. Yayık, mızrağının ucu ile yeryüzünün altını üstüne getirdi. Yeryüzündeki delikler, deşikler bu suretle vücut buldu. Kara Han, asi kişiyi de yer altına yolladı ve adını Erlik Han koydu.

      Kara Han, yeryüzünü kendi hâline bıraktıktan sonra on yedi kat göğü yarattı, kendisi en sonuncu kata çekildi. Oğlu Bay Ülgen’i on altıncı kat gökte bir altın tahta oturttu, kendisini sulhun ve adaletin allahı yaptı. Öbür göklerin her birine bir allah yarattı. Yedinci kata Gün Ana’yı, altıncı kata Ay Ata’yı yerleştirdi. Üçüncü katta cennet, Sürve Dağı, Süt Gölü vardır. İyilik, melekleri olan yayıcılar, onların başı Yayık, namus ve güzellik ilahesi Ayzit, hep buradadır.

      Kara Han, yukarıda bu işleri yaparken Erlik Han da yerin altında kara bir güneş yarattı, orasını bu kara güneşin kara ışığıyla aydınlattı. Kendisi kara bir taht üzerine oturdu. Körmüz, Karauzut, Ötker denilen melekleri, cinleri, şeytanları vücuda getirdi. Bu suretle Bay Ülgen’in mükâfat allahı olmasına karşı o, mücazat17 allahı sıfatını takındı. Dünyanın yaratılışında böyle çarpışmalar, kavgalar oldu. Sonunda da Erlik Han’la Yayık arasında mücadeleler, korkunç muharebeler olacak ve kıyamet kopacak!..

      Güncü Hatun, bu efsaneyi düşünürken içine bir ezgi geldi, gözlerine bir bulantı yapıştı. Şu Kara Han’ın, şu Bay Ülgen’in, şu Yayık’ın gökten yere inmelerini, kendisine “Dile benden ne dilersin?” demelerini ister gibi oldu. Böyle bir mucize zuhur etse ilk dilek olarak mutlaka zihnindeki hayallerden kurtulmasını isteyecekti. Çünkü onlar, Temuçin’le Sardoğan, kendisini bu ıssız kırda da tatlı tatlı rahatsız ediyorlardı.

      Güzel kraliçe, uzun bir lahza bu dalgınlıkta, bu hülyalar içinde kaldıktan sonra içini çekti, hizmetçisine döndü.

      “Kız!” dedi. “Şu yat bilen tatla konuşayım mı?”

      “Sen bilirsin hanımım.”

      “Bana da bir şey gösterebilir mi dersin?”

      “Bir değil, bin şey gösterir. O, çok yaman kişi!”

      “Haydi bakalım, Yaradan’a sığınıp sınayalım.”

      Güncü’nün verdiği işaret üzerine eski papaz, attan indi, yuları Sardoğan’ın eline verdi, kendisi yürüdü, han karısının yanına vardı, üzengisini öptü, yere kapanırcasına ulcaştı, ellerini göğsüne kavuşturup durdu.

      Güncü’nün gözü Sardoğan’da idi. Gözü ağrılıklı sihirbazın bu beyaz benli, çok güzel yapılı gence atının yularını tutturmasına âdeta içlenmişti. Fakat müphem bir duygu ile kendisine alakalandığı bu gence karşı orada gene kayıtsız görünmek mecburiyetinde idi. Bu sebeple gözünü zorladı, bakışlarını Sardoğan’dan ayırdı, sihirbaz seyise döndü:

      “Sen yat bilirmişsin, öyle mi?”

      “Evet, ulu kadın. Gençliğimde çalıştım, öğrendim.”

      “Öyleyse kolunu sıva, ne biliyorsan göster.”

      Düzme seyis, gün doğuya karşı döndü, kollarını ileri uzattı, yüksek sesle bir şeyler okudu, bir şeyler haykırdı, sonra başını ellerinin içine aldı, korkunç korkunç homurdandı ve sonra koynundan mahut yağmur taşını çıkardı, havada hızlı hızlı çevirdi.

      “Ey güneşin kızı!” dedi. “İçini temiz tut; bildiklerini hep unut; dileklerini, umuşlarını, hınçlarını uyut; şu kutlu taşa bak.”

      Herifin söyleyişi o kadar kuvvetli ve o ağrılıklı gözlerin bakışı o dakikada o derece kudretli idi ki, Güncü Hatun içinde tuhaf bir küçülüş sezmekten geri kalamadı. Hatta onun dediklerine de âdeta boyun eğdi ve bir an için hiçbir şey düşünmez, hiçbir şey istemez gibi oldu. İçinde derin bir boşluk vücut bulmuşa benziyordu. Yıllardan beri yüreğinde taşıdığı saltanat emelleri, büyüklük dilekleri birdenbire sönmüş ve silinmişti. Yirmi otuz saatten beri kafasında dolaşan Temuçinler, Sardoğanlar da artık yoktu. Yüreği gibi kafası da şimdi boştu, tertemizdi.

      Bu boşalışı, bu iç temizlenişini apaçık sezdiği için biraz şaşırmıştı. Fakat çelimsiz seyisin bakışına benliğini kaptırdığı için o şaşkınlık da uzun sürmemişti, tam bir incizap ve tam bir itikatla gözlerini yağmur taşına dikmişti. Derin ve sabit bakışlarla bahtını görmeye savaşıyordu.

      Düzme seyisin büyü yapmak için kullandığı taş, “ak taş” denilen cinstendi, beyazdı. Bu avuç içi kadar beyazlık, kısa bir lahza içinde Güncü Hatun’un gözüne bir ak keçe kadar büyük göründü, bir saniye sonra bu büyüklük bin kat enginleşti, ortada bir Süt Gölü peyda oldu. Şimdi o, iyi insanların ölümü müteakip içinde dolaşacakları ahiret gölünü görüyordu.

      Fakat bir yanında Sürve Dağı yükselen şu cennet gölünde ne sandal vardı ne kayık. Aktolar, yani cennet sakinleri de yoktu. Göl, büyük bir ıssızlığa bürünmüştü. Birer küçük kubbeye benzeyen küçük dalgalarını sedef kıyılara gönderip geri alıyordu. Güncü hayran hayran, uhrevi cilveye bakarken bir köşeden som sırmaya sarılı bir peri kızının geldiğini gördü. Daha uzaktan bu kızın gölgesi göle vuruyordu ve bu gölge Süt Gölü’nün gümüş dalgalarına bambaşka bir güzellik veriyordu.

      Güncü, ömründe görmediği bir kostüm taşıyan bu boylu boslu perinin yürüyüşünü imrene imrene seyrediyordu. Az sonra onun yüzünü gördü ve irkildi. Çünkü cennet perisi, Süt Gölü’nün kızı, Sürve Dağı’nın ceylanı sandığı bu mahluk, kendisi idi.

      Her kadın gibi o da kendisini çok iyi tanırdı. Endamındaki ihtişamı, saçlarındaki eşsiz güzelliği, gözlerinde yanan güneşleri, dişlerinde açılan renkleri herkesten iyi bilirdi. Fakat bu kadar seçkin bir güzel olduğunu bilmiyordu, kendi varlığında bu kadar incelikler ve haşmetler biriktiğini idrak etmiş değildi. Ancak şimdi, Tanrı meclislerine ve periler dünyasına layık bir dilber olduğunu apaçık görüyordu, kendisi gene kendisine hayran oluyordu.

      Güncü’nün, büyü taşında gördüğü hayale hayranlığı devam edip giderken Sürve Dağı’nın eteğinden bir atlı göründü. Bu, bir geyik sürüsü kovalayan bir delikanlı idi. Geyikler, kurtulmak için bacaklarının olanca kuvvetiyle kaçıyorlardı, delikanlı da yaman bir hızla onları kovalıyordu. Hayvanlar arkalarındaki ölüm kemendinden kurtulmaya savaşırken, önlerine Süt Gölü’nün çıkması üzerine, acıklı bir şaşkınlık gösterdiler ve sonra kendilerini toplayarak bir yarım daire çizdiler, nemli gözlerini ışıldata ışıldata koştular, som sırmalı peri kızının, Güncü’nün timsalinin yanına geldiler, diz çöker gibi bir vaziyet alarak yanık yanık melediler.

      Aynı zamanda cennet dağlarında av kovalayan delikanlı da oraya, geyiklerle Güncü’nün timsalinin kümelendiği yere gelmişti, tatlı bir sesle latife ediyordu.

      “Av tutanındır güzel kız. Fakat kovalayanın da eli boş bırakılmamalı. Bunları dağdan indiren benim, tutan sensin. Ya bana bir pay ver ya saçından bir tutam tel ver. Bana sorarsan av payımı sana bağışlarım, bana saçının teli daha değerli geliyor!”

      Güncü’nün timsali, ağzında sakladığı inci hazinesinin kırmızı yakuttan örtüsünü açarak delikanlıya bir şeyler söylerken bizzat Güncü o cennet avcısının Sardoğan olduğunu gördü.