Necib Âsım Yazıksız

Türk Tarihi


Скачать книгу

mertebede hâlâ yürürlükte olan kıdem usulüne bunlar pek ziyade riayet ederlerdi. Bizdeki başeski ve ağa tabirlerinin oldukça önemli zatlara verildiği malumdur. Ata unvanı dünyadan el çekmiş zahitlere verilir ki ruhanî unvanlardandır. Maddiyat ve dünya ile alakalı hususlarda Türk kendi fevkinde bulunan ağasına riayet ve itaat eder. Hatta lağvedilen Yeniçeri ocağında reis, serasker makamında olan kişilerin ağa unvanını muhafaza etmeleri maiyetleri üzerinde diğer lakaplardan daha etkili olmasındandır diyebiliriz.

      Cahiz kitabında şöyle diyor: Yeryüzünde, muharebelerde ve başkanlıkta zarar görmemiş olan yalnız Türkler olup bunlar dayanışmaz ve ortaklık etmezler. Dayanışma ve ortaklaşmayı beğenmeme; fikir ayrılığı ve seyr ü harekette çekememe ve hasetlik vesilesi olmasıdır. Türkler bir askerî saf oluşturdukları zaman içlerinde bozukluk olursa hepsi onu görürler ve bilirler. Eğer mevcut olmazsa tamah etmeyip çekilirler. Kanaatleri ve arzuları ikballeri ile birlikte denktir. Onlar tevil eden, övünen, bilgiçlik taslayan insanlar olmayıp her hususta, her işte sağlamcı, metindirler. Aralarında ihtilaf azdır. Farslar, birbirleriyle dayanışma içinde savaşa çıkan Arapları ayıplayıp harp, zevce ve imarette ortaklık fenadır dediler. Buna cevaben: Bir millet güvenen olduğu zaman dayanışmadan zarar görmüş olur ise birbirini çekemeyen halk acaba ne yapar? denir.

      Türkler dalkavukluğu, nifakı, gıybeti, riyayı, idarecilere mahsus casusluğu, ekâbire mahsus tekellüfü ve âlî kimselere haddi aşmayı, nefsin arzularına bağlı olmayı bilmedikleri gibi malları tevili de helal etmezler. Memleketlerine muhabbet ve galip ve hâkim oldukları memleketler, yağmada lezzet alma ve alışkanlık, âdet ve ahvale bağlı kalıp daima zafer sevincinden süregelen ve birbirini takip eden ganimetin çokluk ve tatlılığından ve çayırda oynamaktan bahs ve zikrederler. Her bir zamanda meşgul bulundukları gibi yıldırana kadar bırakmazlar ve beğenmezlerse uzaklaşırlar. Bunlar hep yükseklik mertebesi ile bütün Acem (Arap haricindeki kavimler) arasında ihtisas kazanmışlardır. Zira terkip ve tabiatlarının karışımında, memleket ve topraklarının terkibinde ve sular ile azıkların ayniyetinde başka kavme benzemeyip mesela: Bir Basralı gördüğün zaman Basralı mıdır, Kûfeli midir? Keza Cebelî’nin Cebelî mi, Horasanî mi? Cezerî’nin Şâmî mi?.. Cezerî (Cizreli) mi? olup olmadığını bir bakışta tayin edemez isek de Türklerde kıyafet ve sezgi ile sorma gereği duymadan kimliğini tahmin ederken hataya düşmezsin! Kadınları da erkekleri gibi olup Cenab-ı Hak bu beldeyi böylece yaratıp, toprağını taksim ve fark eyleyerek dünyanın sevinçlerini, sınırsız kuvveti ve sebeplerinin miktarı ile Rabb’e bağlılık irade ve ihsan eylediği hasletler ve aletlerini, yürürlükte olan ecel müddetinin sonuna kadar onda toplamıştır. Eğer ki ahirete giderlerse Hak Teâla’nın, Şüphesiz biz onları (eşlerini) yepyeni bir yaratılışta yaratmışızdır. 90 İlh. ayet-i kerimesi manasına mazhar olurlar. Bunun gibi Horasan’a nazil olan Arap ve Arap evladı görürsen asıl Ferganalı ile sonradan Ferganalıyı ayırıp aralarındaki açık kumral zülüfleri ve buğday rengiyle iri kafaları ve Fergana ihramları gibi bir fark bulamazsın! Yine o havalide iskân etmiş olanlarda da fark yoktur. Memleket sevgisi her yerde galip ve bütün insanlığı kapsar ise de birbirine benzemek ve ilgi ve yakınlık derecesi ve terkipte yeterlilik sebepleriyle Türklerde daha ziyade galiptir.

      Türk dili sert ve kelimeler kısa olduğundan kumandaya pek yakışır. Mesela şimdiki askerî talimatımızda: Hazır ol! kumandasını takiben verdiğimiz bak kumandası yerine tek denirdi. Türk ata binmiş, babasını tanımamış sözünün hükmü askerliği terakki ettirmek arzusunda bulunan her kavim için gıpta olunacak bir hâldir. Askerî hizmet için ata binen, karakol bekleyen bir asker hiçbir zaman amirinden başka kimseyi tanımamaya mecburdur. Türk bir anadan ve bir babadan doğan refikine karındaş (kardeş) dediği gibi kendisiyle aynı yolda yürüyene yoldaş, hâl yakınlığı olanlara arkadaş diyerek asıl kardeşi ile arkadaşları hakkında kullanacağı kelimeleri de yakınlaştırır.

      İşte bu şekilde Türklerde akraba yakınlığından başka dost yakınlığı seçmek de vardır. İki Türk veya iki Moğol bir oymak ve hatta bir ulustan olmadıkları hâlde birbirlerini takdir ederek ant yoluyla kardeş olurlar. Bunlar birtakım şahitler önünde kollarından bir damar yararak kanlarını bir fincan içine akıtır ve bunu süt veya kımıza karıştırarak her birisi o karışımın yarısını içer, ikisi de Türk ve Moğolcada aynı manaya gelen “anda” olurlar. Özel merasimle icra olunan bu hâl her ikisini tabii kardeş ilan ederek bunlar kavim ve kabileleri, hısım ve akrabaları arasında sair evlatlardan fark olunmayarak aynı imtiyaz ve hukuka sahip olur ve yaşlarına göre birbiriyle muameleleri de iki kardeşten ayırt edilmez. Bu suretle kan kardeşi olmak âdeti günümüzde batı Türklerinde yoksa da çocukları arasında iğne ile kolunu kanatarak içmek hâlâ mevcut ve gözlemlendiği gibi, dilimizde Arapçadan yemin ve aynı manada kullandığımız “ant içmek” tabiri de bu eski âdetimizin kalıntılarındandır. Kan yalayıp kardeş olmak yalnız çocuklarda kalmış bir eski hatıra olarak kalmayarak edebî eserlerimizde bile korunmuştur. Mesela cennetmekân II. Sultan Bayezid Han hazretleri devri şairlerinden Mesihî şehit Sadrazam Ali Paşa hakkında kaleme aldığı makbul mersiyesinde:

      Subh-dem bir acîb uğraş oldu

      Her taraf lagza-i sabaş oldu.

      Dil-i paşa ile peykân-ı adu

      Kan yalaşdı ve karındaş oldu.

      Tîr-i şemşîrine zahm urduysa

      Bedenine gözüyle kaş oldu

      Dediği gibi cennetmekân Sultan Selim Han Hazretleri devri şairlerinden Âhî de:

      Okların can almaya tîrinle yoldaş oldular

      Sînelerde kan yalaşdılar karındaş oldular

      demiştir. Kan kardeşliği arz ettiğimiz şekilde kaldığı gibi “kanı sıcak”, “kanım kaynadı” gibi sözlerimiz de bu eski âdetten kalmadır. Kan yalaşmaya ve karındaşlığına ne kadar önem verildiği Cengiz ve evladının kuvvetli Türk milleti ile olan münasebetinde görülür.

      Türk ve Moğol tarihini ziyadesiyle aydınlatacak özel durumlardan birisi de “tevarüs-i ma’kus” (yansıyan veraset) söyleyişine uygun olan veraset usulüdür. Türk âdeti gereğince veraset büsbütün hususi bir tarzdadır. İkame olunan vâris yani aldığı reisliği devam ettiren evladın en küçüğüdür. Moğolların “ot çekin” ve Türklerin “tekin” dedikleri “ocak muhafızı, ev bekçisi” bu çocuktur. Çin tarihçileriyle Batı seyyahlarının kimseye devrolmayıp daima sahibi elinde kaldığından bahsettikleri tarla en küçük erkek çocuğa aittir. Bunun büyükleri naklolabilir malları yani asıl “mal” adlandırmasına şayan olan hayvan sürülerini bölüşürler.

      Bölüşmek bir kaideye tabidir. Ebulgazi: En uslu ve cesaretli olana atlar, en zayıfa koyunlar diyor. Bey aileleri içinde dört ayaklı maldan ziyade önemli ve diğerlerinin istimlakini temin eden, kudret ve saadet bahşeden bir şey vardır ki o da askeriye sınıfıdır. Çünkü eski Türk ve Moğolcada “kuvvet”, örf gereğince beğendiğine vermek, evladı arasında taksim etmek yetkisine sahiptir. Hatta bu taksime kızların da dâhil oldukları nadir değildir. Bu taksim şeklinde evlat çocuklu kadın niteliğine nail oluyorsa da genellikle babalarının mirası en büyük ile en küçük arasında taksim edilerek ortadaki yay, kılıç, belki de bir iki kötü at ile kalır. İşte özel bir hâl olan “tevarüs-i ma’kus” burada görülüyor. Mirastan mahrum kalan ortanca, gidip kendisine bir ata ve bir ana aramaya mecbur oluyor. Eski destan ve masallarda bunun hâli iki şekilde tasvir olunur. Bazen o çocuk atlanarak az gider, uz gider, dere tepe düz gider nihayet kocası tarlada bulunan bir kocakarının yanına varır: Anam ol der. Kadın razı olursa kalır. Akşamüstü ihtiyar gelir, ona da: Atam ol der. İkisi de razı oldukları gibi: Ana, ata bana