Омер Сейфеддин

Diyet


Скачать книгу

ustura ile çatlatacağı bu canlı yemişe baktı. Gür ve dağınık saçlarla örtülü sırt kısmı geniş kalçalarının üzerinde küçük ve nispetsiz kalıyordu. Tüysüz ve lekesiz bacakları beyaz ve parlaktı. Ocağın alevleri satıhlarına aksediyor, pembe ve uçucu gölgeleri titretiyordu. Radko usturayı bu pembe akislerin üzerine vurdu. İki büyük haç yaptı. Belden başlayan haçların sapı baldırların üstüne kadar iniyordu. Kadın etine giren, sinirlerini koparan, kemiklerine dokunan keskin ve müthiş usturanın acısıyla haykırdı. Çırpınmak istedi. Lakin katilleri onu sımsıkı tutuyorlardı. Fışkıran kanı yere akıyor, Radko esvapları kirlenmesin diye geri çekiliyordu.

      “Çeviriniz, çeviriniz, karnını çeviriniz.” dedi. Gözleri fırlayan mahkûm son kalan kuvvetini kısık sesine veriyor: “Allah, Allah, Allah!..” diye kıvranıyordu. Radko gülerek:

      “Allah benim, Allah benim…” diye kurbanına cevap veriyordu. Kanlı usturayı şiş ve süt dolu memelerin üstünden ufki olarak geçirdi. Sonra daha çabuk bir hareketle bu keskin ve kırmızı aleti zavallı kadının rahmine soktu. Ve yukarıya doğru o kadar hızlı çekti ki bir anda yarılan karnından mide ve bağırsaklar, kırmızı ve kalın ip yumakları hâlinde dışarı fırladı. Radko iki adım geriledi, cebinden çıkardığı mendille ellerine bulaşan kanları silerek haykırdı:

      “Haydi çabuk, içeri!”

      İki komita, mahkûmu kollarından ve bacaklarından tutarak fırına soktular. Alevlerin binlerce kırmızı ve görünmez ejderha dili gibi sardığı canlı et yığınından pembe bir buhar, mavi ve sincabi bir duman çıktı. Feci ve acul bir cızırtı başladı. Radko sandalyesine oturarak gözlerini ocağa dikti. Sincabi duman vücudu göstermiyordu. Ve o koku… O süt ve yağ kokusunu Radko şimdi duyuyor, gayet tatlı ve hayalî bir sütlü kahve içiyormuş gibi derin derin kokluyordu.

      Cızırtı bazı azalarak, bazı yeniden, birdenbire ateş alıp şiddetlenerek devam ediyordu.

      Bu cehennemî sahneyi gözlerini kapayarak görmeyen kadınlar cızırtıyı işitmemek için kulaklarını, boğucu kokuyu duymamak için burunlarını kapayamıyorlardı. Hepsi akıllarını, dillerini kaybetmişler, hepsinin sesi kesilmişti. Radko tekrar soyunmalarını emretti. Bu sefer kimse karşı gelemiyordu. Bütün bu kadıncıklar mihaniki tereddütlerle, yavaş yavaş soyundular. Çırçıplak kaldılar. Radko bu kati itaatten memnun ve müsterih, masasına dayandı. Cebinden bir kâğıt çıkardı. Bu kâğıda üç müvazi çizgi çekti. Baştaki haneye “beyaz”, ikinciye “kumral”, üçüncüye “esmer” yazdı. O daima “Rakam yalan söylemez.” der, bütün Bulgarlar gibi, bütün mütemeddin ve ciddi adamlar gibi en büyük hakikatin ancak nispet ve istatistikte bulunacağına itikat ederdi. Selikavi ve şuursuz bir ısrar ile ellerini tesettür yerlerine örtü yapan kadınlar onar onar, karşısına getiriliyor ve yanyana diziliyordu. Evvela hepsinin kollarını yukarı kaldırtıyor, bacaklarını sağa sola açtırıyordu. Sonra her birine, ayrı ayrı şehrin en güzel kızlarından üçünün adını soruyordu. Mahallelerini, evlerinin numarasını, babalarının kim olduğunu öğreniyordu. Bu âlâ Pompei tahkikat bir saatten ziyade sürdü. İfadesini verip söyleyeceği bir şey kalmayanlar fırının arkasındaki geniş ambara, sarhoş komitacıların kucağına gidiyordu. Komitacılar bu meme, karın, bacak, baldır, saç tufanının içinde şaşırıyorlar, ne yapacaklarını bilmiyorlar, korkunç bir “sadizm” hezeyanına uğrayarak en şeni, akla gelmez fanteziler icat ediyorlardı. Bu fantezilerden “canlı çukur” dedikleri en müthişiydi. Evvela yere şişman bir kadın yatırıyor, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadını, sırtüstü ve çapraz uzatıyorlardı. Bu kadının da ellerinden, ayaklarından birer kadına tutturuyorlardı. Sonra sıra kendisine gelen komitacı yaklaşıyor, çıplak ve fırlak karnının ta ortasına, göbeğin biraz aşağısına küçük kasaturayı saplıyor ve hemen çıkarıyordu. Sonra koyu kırmızı bir kan fışkıran bu küçük deliğin üzerinde nefsini körletiyor; çırpınan, haykıran zavallı kadının karnında, kanlı bağırsaklarının arasında, hayvanlığının en şeni, en pis, en çirkin ateşlerini söndürüyordu.

      Ve karınlarına delik açılan kadınlar hiç yaşayamıyorlar, bir iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölüveriyorlardı.

      Radko en güzel kızların isimlerini yazdığı cetveli dikkatle süzdü. Beyaz hanesinde adı en ziyade tekrarlanan “Lâle Hanım, Hacı Hasan Bey’in kızı” idi. Kumral hanesinde “Naciye Hanım, Müderris Ahmet Efendi’nin kızı”, esmer hanesinde “İclal Hanım, Kadri Ağa’nın kızı” Hangisini intihap edecekti? Bir kere esmer istemiyordu. Çünkü hemen bütün Bulgar kızları esmerdi. Kumraldan da bıkmıştı. Sofya’yı dolduran şantözlerin de hemen hepsi kumraldı. Beyaz… Beyazı düşündü. En güzeli bu beyaz hanesindeki Lâle olmalıydı. İşte en çok onun ismi tekrar olunmuştu. Hatta bir kadın “Dünya güzeli Lâle Hanım.” demişti. Bu kim bilir nasıl bir kızdı? Hayalinde ansızın masalların anlattığı bir harem dairesi canlandırıyor, orada büyük ve ipek perdeler arasında, yumuşak, divana uzanmış, beyaz ve çıplak bir kız görüyordu. İşte her yabancı ve ecnebi gözden uzak, gölgeler ve ipekler içinde âdeta bir peri gibi büyümüş olan bu nefis Türk kızı bir saate kadar kendisinin olacaktı. Kollarını masanın üzerinden çekti. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Sırıttı. Bacakları, göğsü, koltuklarının altı, her tarafı kaşınıyordu. Bir an öyle durdu. Bu tatlı ve şedit kaşıntıları dinledi. Bir saat sonraki saadetin hülyası sanki damarlarındaki bütün kanları fışkırtmış, altüst etmişti. Cebinden çıkardığı sol eliyle burnunu kaşıdı, sonra saçlarını, ensesini… Ve birden ocağın dibinde bitmez tükenmez çubuğunu çeken Dimço’ya döndü:

      “Kaptan, haydi kalk, gayet çabuk, Hacı Hasan Bey’i benim yanıma getireceksiniz. Ben merkeze gidiyorum. On dakikaya kadar evinin kapısına iki nöbetçi bırakacaksın. Kimse dışarı çıkmayacak. Haydi, gayet çabuk…”

      Hızla ayağa kalktı. Arkadaki ambardan gelen haykırışları hiç işitmiyor gibiydi. Kapıya yürüdü. Dışarı çıktı ve bekleyen atına bindi. Demin koşa koşa geldiği yerlerden şimdi yavaş yavaş geçiyordu. Birçok dükkân açılmıştı. Ahali duruyor ve kendisini selamlıyordu. Fakat o hiç etrafını görmüyordu. Gözlerini eyerin kuburluklarıyla atın doru boynundan hasıl olan gölgeli çizgiye dikmişti. İçinden duyulmaz bir seda damarlarına yayılıyor, dimağında, kalbinde, “Bir saat sonra… Bir saat sonra…” diye tatlı bir akis bırakıyordu. Merkez kumandanlığına geldi. Şehrin saati alaturka altıyı vuruyordu. Atından indi. Fırındaki kaşıntıları artık uyuşmuştu. Şimdi bütün vücudu katılaşmış, sanki kaskatı olmuştu. Dalgın ve habersiz, yukarı çıktı. Odasına girdi. Jandarma Kumandanı Zankof’la Polis Müdürü Lapof kendisini bekliyorlardı. Oturur oturmaz konuşmaya başladılar. İşler yolunda gidiyordu. Hatta konsoloslardan bazıları mutasarrıf Rayef’e, işgal esnasında gösterilen intizam ve adaletten dolayı teşekkür bile etmişlerdi. Civardaki ve ovadaki İslam köylerinde nasıl temizlik yapılacağını müzakereye koyuldular. Karar verdiler. Katliamcılar tayin edildi. Zankof’la Lapof emirlerini vermekte gecikmemek için durmadılar, gittiler. Radko yalnız kalmadı. Dimço’nun çetesinden dört haydut, Hacı Hasan Efendi’yi getirmişlerdi. Bu; abani sarıklı, rahat ve saadetinden, hareketsizlikten kalınlaşmış, tombul, nazik, orta boylu bir adamdı. Koyu kumral top sakalının üstünde pembe ve şiş yanakları parlıyor, çizgisiz yüzünde sarı bir korku gölgesi beliriyordu. Düşman kumandanından, ümit ettiği iltifatı görmemekten şaşırmış gibiydi. Radko, kendisini oturtmamıştı bile…

      “Adın ne?”

      “Hacı Hasan…”

      “Bankada ve evinde kaç liran var?”

      Hâli ve mevkiyi takdir edemeyen Hacı Hasan Efendi, cevap veremedi. Aptal aptal karşısındaki Bulgar zabitinin