Омер Сейфеддин

Forsa


Скачать книгу

kalmamıştı. Bu ay hediye için on lira, mümkün değil veremeyecekti. Ayın nihayetine daha on sekiz gün vardı. Gözlerini havadan denize indirdi. Ayın aksi içinden bir karartı geçiriyordu. Dikkat etti. Bir torpido…

      Havada ay… Denizde ayın aksi… Ayın aksinin içinde yaldızlı, gümüşi köpükler saçarak yürüyen sessiz, kahraman bir torpido… Bir ressam olsa şu manzaraya deli olurdu.

      Sadi Bey, böyle düşünürken sanki ressammış gibi deli oldu:

      “Buldum! Buldum!..” diye haykırdı.

      Karısı henüz uyumamıştı. Yatak odasının penceresinden dağınık saçlı başını çıkardı:

      “Ne buldun?”

      “Alacağımız hediyeyi…”

      “Ne? Ucuz bir şey mi?”

      “Hem ucuz hem pahalı…”

      “Pahalı… Kaç kuruş? Bin kuruş mu?”

      “Hayır, bir milyon kuruş…”

      “Tanesi mi?”

      “Evet.”

      “Sen deli olmuşsun? Bu parayı nerede bulacaksın?”

      “Bir milyon kuruş kıymetinde ama tanesi bir liraya…”

      “O ne?”

      “Bil bakayım…”

      “Benimle eğleniyorsun…”

      “Hayır, vallahi sahi söylüyorum.”

      “Söyle Allah aşkına ne?”

      “Söylemem, sen de düşün, bul…”

      “Söyle diyorum, şimdi zihnim dağınık…”

      “Canım sende hiç sürat-i intikal yok mu?”

      “Sende sürat-i intikal yoktur.”

      Sadi Bey balkonda bir kahkaha attı.

      “Pekâlâ, bende sürat-i intikal yoktur. Sende vardır. Öyle ise işte sana söylüyorum. Bir milyon kuruş kıymetinde bir hediye! Fakat alırken bir liraya alacağız. Nedir? Bu…”

      “Eğleniyorsun benimle…”

      “Hayır, eğlenmiyorum.”

      “Yenir mi, yenmez mi?”

      “Yenmez be… Bir milyon liralık şey hiç yenir mi?”

      “Büyük mü, küçük mü?”

      “El kadar.”

      Cevriye Hanım, pencereden yarı beline kadar sarkarak balkona atılacakmış gibi kocasına bakıyor, düşünüyor, düşünüyor, bir türlü bulamıyordu.

      “Yumuşak mı, katı mı?”

      “Yumuşak ama pamuk gibi değil. Kâğıt gibi.”

      “Baş harfini söyle.”

      “Dal…”

      Cevriye Hanım “dal” harfiyle başlayan birçok şey saydı: “Dondurma, davul, dama, def, damızlık koyun, duvar saati, dev aynası, darı, diba, demir, dem çeken güvercin, derrace, dikiş makinesi ve ilh…” O söyledikçe Sadi Bey gülüyor: “Bu milyon kuruş kıymetinde mi?” diye karısını üzüyordu. Cevriye Hanım bu hediyenin ne olduğunu bulamadı. Canı öyle sıkıldı ki… Nihayet cevaben dedi ki:

      “Söyle, nedir. Yoksa vallahi kendimi aşağı atarım!” diye haykırdı.

      Sadi Bey gülmekten katılıyor, parlak kafası sarsılıyordu.

      “Kendini atmaya hacet yok, de ki: ‘Bende sürat-i intikal yok.’ söyleyeyim.”

      “Pekâlâ, yok…”

      Sadi Bey sandalyesinden kalktı. Meraktan kıvranan karısının yüzüne bakarak şen ve keyifli bir kahkaha attı: “Donanma piyangosu be…” dedi. Ağır bir masraftan birdenbire kurtulan züğürtlere mahsus samimi bir sevinçle ellerini ovuşturarak içeri girdi ve o gece pek rahat bir uyku uyudu.

      BİNECEK ŞEY

      Derviş Hasan birdenbire durdu. Kirli, yırtık yenleriyle alnının terlerini sildi. Sıcak bir haziran güneşi dünyayı sebepsiz bir bela gibi kasıp kavuruyordu. Sabahtan beri, dört saattir hiç durmadan yürümüştü. Etrafına bakındı: Seyrek, sıska ağaçlı bir ormanın kenarında idi. Uzakta, tirşe rengi hafif bir sisle boyanmış kat kat dağlar görünüyordu. Köye, kasabaya benzer bir şey gözüne çarpmadı. Yolun üst tarafındaki ağaçlara döndü. Biraz dinlensem… diye düşündü. Vakıa şu alacalı gölgelerde uzanıp rahat bir uyku çekmek hiç de fena değildi. Fakat karnı zil çalıyordu. “Öğleden evvel bir köye rast gelirim.” ümidiyle geceyi geçirdiği çoban kulübesinden aç çıkmıştı. Her hâlde yürümeli, bir an evvel bir köye yetişmeliydi! Ama hangi köye?.. Derviş Hasan bunu asla bilmez, düşünmez, aklına getirmezdi. Otuz senedir, omzunda keşkülü, sırtında abası, gönlünde tevekkülü, nereye gittiğini bilmediği yollardan geçmiş, ismini öğrenmediği köylerde misafir kalmıştı. Her yerde ona yiyecek, içecek verirlerdi. Anadolu tekkelerinin kapıları ağzına kadar açıktı. “Huu…” diye girer, isterse haftalarca, aylarca ta canı sıkılıncaya kadar kalırdı. Dağın, taşın, nehrin, gölün, ormanın hususi isimleri olur muydu? Onun fikrince köylerin, kasabaların, şehirlerin isimlerine de lüzum yoktu. Hepsi “dünya” demekti. Balık, denizinde nasıl hiçbir mevzu kanuna tabi olmadan rahat rahat yüzerse o da dünyasında öyle serbest serbest gezerdi. İlkbaharlar, sonbaharlar, yazlar, kışlar tabiatın birer efsanesiydi. Hükûmet, kanun, aile, din, ahlak hasılı her şey, nazarında, manası olmayan birtakım uydurma latifelerdi. Vücut bir rüya idi. Hayat bir seraptı. Ancak nadanlar bu rüya ile seraba aldanırlar, beyhude yere üzülürlerdi. Hakikat “bir”di. O da “aşk” idi. Aşkı idrak eden büyük hakikate ermiş; haricî batıni kâinatın, hakkın manasını anlamıştı.

      Derviş Hasan işte bu erenlerden biriydi. Geniş, kuru omuzlarının üstündeki koca külahlı, çok saçlı başı, beyaz sakallı yanık yüzü, derin, iri, siyah gözleri ona garip bir heybet verirdi. Ne olduğuna dikkat etmediği “dünya”nın üstünde bir duman içindeymiş gibi, hiç görmeyerek yaşardı. Aşkı, Allah’ı, hakikati, saadeti, gayesi ruhunda idi. Aşkın haricindeki şeyler onun etrafında toplanmış bir küme masiva bulutuydu. “Vücut” yoktu. Fakat gayriihtiyari:

      “Of, dizlerim…” dedi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık üç bin okkalık bir yük gibi sırtına çökmüştü. Şimdi, bir an için, aşkını unutuyor, bu ağır yükün altında ezilen vücudunun varlığını sezer gibi oluyordu. Başı çatlayacak derecede ağrıyor, ayakları titriyor, nefes aldıkça daralmış göğsü acıyordu. Tekrar durduğu yolun ilerisine, gerisine baktı. Ne gelen vardı ne giden… Gözlerini yere indirince birtakım hayvan, kağnı izleri gördü. Mutlaka yakında bu izlerin gittiği bir köy, bir kasaba bulunacaktı. Bu tahmin ona teselli verdi. Onu sevindirdi. Derin bir “Huuu!” çekti. Ellerini arkasına bağladı. Yine aşkının hakikatine dalarak, yine etrafını dumanlaştırarak, hiçbir şey görmeden yürümeye başladı. Gitti, gitti. Fakat bu ümit verici izlerle örtülmüş, cehennem gibi sıcak, çöl gibi tozlu yol bitmiyordu. Nefesi, kolları, dizleri kesiliyor, hakikatte “olmayan” vücudunun elemleri, “mevcut olan” ruhunu sıkıyordu. Ömründe ilk defa olmak üzere bir araba düşündü. Bu arabanın yumuşak, ipek yastıklı içi kim bilir ne kadar rahattı.

      Yavaşça: “Ah bir araba olsa…” dedi. Sonra, sırma eyerli bir atı gözünün önüne getirdi. Böyle bir ata binse ufukta göreceği en uzak bir köye yarım saat içinde gidebilirdi. Hayalinden deve katarları, kervan katarları geçti. Açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan artık o kadar bitkin bir hâldeydi ki… Gülümsedi.

      “Bir