Allah’la beraber olayım! dedi. Sureleri okuyor, rükûya, secdeye varıyordu. İki rekât kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor hem istemeyerek nal sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu.
Yukarı çıkıyorlardı!
En hafif bir patırtı dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kâhyasının fısıldayan sesini bir nara gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu:
“Sakın namazını bozmayın.”
“Olur, olur.”
“Ne emir almış iseniz hemen yapın.”
“Peki! Peki!”
“İşte burada! Gelin…”
Arkasındaki kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu. Tahiyyatta oturuyordu. “Eşhedü enla…” derken dizinin üstünde taş kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini sarf etti. Kaldıramadı.
Kuvveti yoktu. Ettehiyyat’ın aşağısını okuyamadı. Çeneleri kitlendi. Gözleri kararıyordu. Beklediği soğuk teması ensesinde şiddetle duydu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat… Hani? Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi:
“Esselamu aleyküm ve rahmetullah…”
Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:
“Ne durursunuz, haydi!” diye son nefesini çıkardı.
….
“Size hatt-ı şerifle padişahımızın ihsanları var, paşam!”
….
Tanımadığı bir ses!.. Başını arkaya çevirip yalın kılıç yahut elinde kemendiyle yağız bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma üsküflü dört çavuş gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu. İkincisinin elinde altın bir kılıç… Üçüncüsüne göz attı, murassa bir topuz… Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir isticalle kaptı. Hızla öptü. Başına koydu, mumu kopardı. Açtı. Padişahının yazısını tanırdı:
“(…) İki cihanda yüzün ak olsun. Şahoğlu, askeriyle senin küfvün değildi. Ancak ispat-ı vücut ettin. Ve bahadırlıkta taksir etmedin. Nusret ve hezimet hod meşiyyet-i hüdaya mütealliktir. Hatırın hoş tutasın…”
Gözlerine inanamadı. Sevincinden ölecekti. Padişah eski kahramanlıklarını hatırlatıyor, uğradığı hezimet felaketi için teselli veriyor, üzülmesin diye kendisine bir hilat, bir altın kılıç, bir murassa topuz ihsan ettiğini yazıyordu. Bu ulvi tesliyetnameyi, bu adil, bu büyük, bu mukaddes hatt-ı şerifi bitirince İskender Paşa o kadar hafifledi ki tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta, öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, murassa topuzu sedirin üstüne bıraktırdı.
Kâhyasına: “Fazıl, ağaları bir odaya yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz.” dedi. Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü çavuşların arkasından kâhyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki cansız İskender Paşa ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi. Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır, sırmalı, erguvani bir hilat… Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som altındandı. Çekti, sol elinin başparmağıyla namlu demirini yokladı. Sonra başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun ta nihayetinde yarım batmış güneş tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı. Bu ulvi kapının içinde, hatt-ı şerifin hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu; bu ordu, mert Turan’ın ortasındaki şımarık İran’a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten, heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de -onlarla beraber kendisi de- şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı hak uğrunda, hakikat uğrunda sallayacaktı!
ÇAKMAK
“Ulan İboş, sen be!”
“Vay Mıstık, sen ha?”
“Ben ya…”
....
İki hemşehri hemen kucaklaştılar. Makedonya’dan çıktıkları günden beri görüşmemişlerdi. Şimdi bu ücra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inleye inleye akan çakıllı dereciğin başında böyle karşı karşıya gelmek, onlar için umulmadık bir saadet oldu! Hayretle karışan sevinçleri pek samimiydi. Terk ettikleri eski vatanlarında ikisi de sürücülük yapardı. Yılın her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan’a geçerler; at, katır, eşek alır; kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan’dan zahire taşırlardı. Vakıa hiç ortaklık etmemişlerdi ama gayet iyi tanışırlardı. Birbirlerinin hakkında nihayetsiz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz, canlı birer mücevher gibi mavi mavi parlayan küçük gözlerini oynatarak sordu:
“Ne yapıyorsun bakalım?”
“Hiç…”
“Burada ne arıyorsun?”
“Hiç. Geçiyorum. Ee sen?”
“Ben de.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Daha belli değil. Sen nereye?”
“Benim de belli değil.”
“Ne vakitten beri buradasın?”
“Bir ay var…”
“Ben de aşağı yukarı bir aydır buralardayım!”
....
İkisi de henüz gençtiler. Çolukları çocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle bellerindeki kuşaklarıydı. Anadolu’da şehir, kasaba, köy beğenmiyorlardı. Çiftçi olmadıkları için toprağa, zanaat sahibi olmadıkları için çarşıya ehemmiyet vermiyorlardı. Aradıkları kalabalık bir ticaret yeriydi! Yüzde üç yüz kâr bırakacak bir ticaret yeri…
İboş:
“Gözünü sevdiğimin Rumeli’si…” dedi, “Nerede o günler?”
Mıstık başını salladı:
“Nerede?.. Eski çamlar bardak oldu. İşin yoksa burada on kuruş gündelikle eşek gibi çalış…”
…
Derenin kenarı düz bir çimenlikti. İhtiyar söğüt ağacı alaca gölgeliklerini sudaki aksine karıştırıyor, etraftaki nihayetsiz tarlalar, tenhalıklarıyla zümrüt kumlu bir çölü andırıyordu.
“Çökelim şuraya, be can…”
“Çökelim be…”
Çimenlerin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık hazin hazin akan dereye bakarak:
“Ah, nerede bizim Mesta?” dedi. Sonra Anadolu sularının midesine dokunduğunu, sıtma yaptığını anlatmaya başladı. Kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz, insan esvabı giymiş bir öküz kadar kuvvetli İboş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor;