Омер Сейфеддин

Forsa


Скачать книгу

kaldırdı. İleriye baktı. Yolun dönemecinde küçük bir tepenin önüne gelmişti. Dönemecin karşısında iki üç çınar ağacıyla bir kurumuş çeşme vardı. Durmadı. Yürüdü. Bu tepenin eteğini dönünce yolun tırmanıp aştığı öyle dik, öyle sarp bir yokuş gördü ki…

      “Vallahi bunu çıkamam!” diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan’ı az kalsın isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, mütekâpu, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, haricî âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi. Ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmaya başladı:

      “Allah’ım, bana merhamet et!” dedi, “Açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir ‘binecek şey’ gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.”

      Sonra sürüklenerek kurumuş çeşmenin başındaki çınarların gölgesine gitti.

      “At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey… Bir topal eşek olsun Allah’ım, merhamet, merhamet…” diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah’a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:

      “Allah’ım, benim vücudumu yarattın. Onu ızdıraplarından da sen kurtar. Sana yalvarıyorum. Mutlaka bana ‘bir binecek şey’ göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen… Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, adem kulağındır. İşit, hem bil ki bana bir ‘binecek’ göndermezsen buradan bir yere kımıldamayacağım. Gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. ‘Binecek’ göndermezsen Allah’ım, bu yokuşu katiyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim…”

      Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyla mağrurlanarak sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir “binecek” gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah’ın en birinci vazifesiydi.

      Zavallı Derviş Hasan açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeye başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler… Mermer havuzlara neftî gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, laleler, sümbüller, güller… Sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler, mahbuplar… Bütün bunların ortasında esîrden yaratılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylana doğru yürüyor, binmeye çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylan birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu.

***

      Gözünü açınca iri bir Yörük’ün başında zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü.

      “Kalk bakalım derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?”

      “Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.”

      Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyla gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde yüklü yüksüz birçok atlar, katırlar duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile…

      Yörük’e sordu:

      “Nereye gidiyorsunuz evlat?”

      “Kazdağı’na.”

      “Ben de oraya…”

      Hiç şüphesiz bu Yörükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak dikilen Yörük’e baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Birçok boş, semerli hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yörük dedi ki:

      “Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.”

      “Ne gibi?”

      “Şuracıkta kısraklarımızdan biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel, sevabına şu tayı kucağına al da yokuşun başına kadar çıkarıver.”

      Derviş Hasan gözlerini fal taşı gibi açtı.

      “Ne?” diye haykırdı.

      Yörük: “Ağır değil, yeni doğdu, beş altı okka ya gelir ya gelmez.” dedi, “Hem yokuşun başına kadar… Haydi, sevabına…”

      “Ben sevap falan istemem.”

      “Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslüman’ız, yapma, din kardeşlerine acı…”

      Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan geldiği ciheti göstererek:

      “Ben Kazdağı’na gitmiyorum. Yolum bu taraf…” dedi ama Yörük laf anlayacağa benzemiyordu.

      “Zarar yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.”

      Derviş Hasan hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslüman’a, din kardeşlerine sövmeye başladı. Yörük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değildiler. Derviş Hasan’ın başına üşüştüler. Tekme tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine kattılar. Derviş Hasan sırtına, beline, uyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersemleşti hatta “Eyvallah…” bile diyemeyerek nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak “binecek şey”in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah’ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında “Gönderdiğim bineceği beğendin mi?” diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah’ın şüphesiz artık “istenildiği gibi” değil “istediği gibi” vermek en haklı hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yörük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, “ ‘İstediği gibi veren’den bir daha bir şey istemeye tövbe, tövbe, tövbe!” diyordu.

      TESELLİ

Eski Kahramanlar

      Batıdan gelen büyük düz yolun ta ağzındaki taş konak, zairsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüda, yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipahiler yüksek beyaz duvarlara, geçici bir gölge kâbusu hâlinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek siliniveriyorlardı.

***

      Bu türbede yatan ölü Erzurum Kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihaniki bir huzu ile “salatüselam” çekerek beklediği, geç kalan Azrail’di. İşte tam