küsur sayfalı” kocaman bir kitaptı. Sokaklarında, çarşısında, pazarında dolaşan her adam da başlı başına ayrı bir cihan, ayrı bir kitaptı. Bu kitapların hepsini okumaya kalkmak ummanı içmek kadar imkânsızdı; yalnız bir tanesinin bir faslını süzebilen insan şüphesiz en büyük irfanın sahibi olurdu. Mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra mukaddes, gayri mukaddes hiçbir kerpici eline almamakla iftihar eden Cabi Efendi işte böyle, yalnız hayatı okuyan ariflerden biriydi! Bütün semt halkınca dünyanın en birinci âlimi sayılırdı. Beyaz top sakalıyla, kısa boyuyla, şişman vücuduyla en beklenilmez yerlerde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür, yakaladığına, ufacık tombul elleriyle okşayarak nasihatler verir, ilminden, irfanından büyük küçük herkesi müstefit ederdi. Kitap gibi gazete de okumazdı. “Metelik tuzağı” dediği bu kâğıt parçalarının başından nihayetine kadar yalanla dolu olduğunu iddia eder: “Gözümle görmediğim şeye inanmam!” derdi. Velespite, gramofona, sinemaya, telefona, otomobile, tayyareye, tahtelbahre hep gözüyle gördükten sonra inanmıştı.
(…) Yine bir bahar sabahı, güneş, bahçesindeki evvel zamandan kalma çitlembik ağaçlarının üstünden doğarken Cabi Efendi de kapısında göründü. Birkaç adım yürüdü, durdu. Etrafına bakındı. Yerlerde çimenler yeşermiş, sıska erik dalları pembe beyaz çiçeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık burnunu yukarı kaldırdı. Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik ya Rabbi!” diye mırıldandı. Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı!.. Her sene kıştan, yağmurdan, çamurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan insanlara bahar hayalden bir peri gelini gibi görünür, uyuşuk ruhlarına “teselli, hararet, ümit” serper, sonra onları “haberleri olmadan” yazın cehennemi içinde bırakarak kendi kelebekleriyle, çiçekleriyle, kokularıyla savuşup giderdi… “Ama ben dolma yutmam!” dedi, “Hepsi rüya… Birkaç hafta sonra ne bu çiçeklerden ne bu kokulardan eser kalır!” Çimenlerin üzerindeki çiylerde güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına ayaklarıyla ezdi. Sokağa çıkar çıkmaz, gece geçen zerzevatçı, sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı şeyleri cıvıldayarak yiyen serçelere gözü kaçtı. Durmadı, “Birinin ettiği halt ötekine nimet…” dedi. Kendi istemediği hâlde, müstakil zihni bu münasebetsiz hadiseden bir hikmet çıkarmaya çalıştı. İstemeye istemeye arılarla insanları hatırladı. “Vakıa” aynı idi. Yalnız tarafeynin hacimlerinde tehalüf vardı. Birinde müstahsil küçük, müstehlik büyüktü. Diğerinde bunun aksi; müstahsil büyük, müstehlik küçük… Yürüdü. Şimdi nereye gidecekti!? Daima yola düzüldükten sonra buna karar verirdi. Çırpıcı’ya, Veliefendi’ye, Balıklı’ya, Eyüp’e, Sütlüce’ye gitmeyi düşündü. Hayır… Gölgesinde yürüdüğü duvarın arkasından keskin bir horoz sesi geldi. Cabi Efendi hemen başını göğe kaldırdı. Dikkatle baktı. Bulut mulut yoktu. Hava çok açıktı. “Artık horozlara da inanmamalı.” dedi, “Ne olacak? Bir tanesine kırk tavuk veriyorlar. Zavallıların sinirleri bozuluyor. Niçin, ne vakit öttüklerini bilmiyorlar.” Durdu; sakalını kaşıdı. Hava hiç bozacağa benzemiyordu. Bu güzel günü nerede geçirecekti? Ne vakitten beri Üsküdar’a geçmemişti. “Tekkelere de uğrarım.” dedi. Tekrar, yuvarlana yuvarlana yürüdü. Caddeye çıktı. Topkapı tramvayına atladı. İçi evkaf, gümrük mümrük kâtipleriyle doluydu. Evvela, bunlara kulak misafiri oldu. Hepsi saçmasapan konuşuyorlar, hatta birbirleriyle itişerek şakalaşıyorlardı. Cabi Efendi bu arsız hâlleri görmemek için gözlerini kapadı. O kadar sıkıldı ki az kalsın “Allah’ım, kulaklara da niçin birer kapak yapmadın?” diyecekti. Sirkeci’de “Oh!” diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde, bacını verdiği Köprü’yü yavaş yavaş geçti. Üsküdar vapuruna bir bilet aldı. Güverteye çıktı. Hava hakikaten çok, çok güzeldi. Bacanın çıkardığı kapkara dumanlar içinden temiz, beyaz martı sürüleri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi denizin ortasında “Kız Kulesi” köpükten bir alev gibi parlıyordu. Cabi Efendi elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği hâlde henüz buraya gitmediğini düşündü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Yapıldığı zaman İstanbul’da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok sualler faal zihnine hücum etti. “Bugün şuraya gideyim. Hakikati anlayayım…” dedi. Vapur iskeleye yanaşıncaya kadar seyahat planını kurdu. Karadan Harem iskelesine gelecek, oradan sandalla Kız Kulesi’ne çıkacaktı. Ama dalgın dalgın, Ahmediye’den Karlık Bayırı’na giden sokağı geçerken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Durdu. Kız Kulesi’ni filan hemen unuttu. Baktı, baktı, baktı:
“Olur iş değil…” dedi. Biraz karanlıkça, temiz, geniş bir marangoz dükkânı… İçinde ferah ferah kırklık, pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam… Elinde keser, çalışıyordu; fakat beyaz mermerden büyük, narin bir tezgâhın önünde! Cabi Efendi “Aldanmayayım.” diyerek gözlerini ovuşturdu. Dikkatle baktı. Hayır. Tezgâh mermerdendi! “Acaba beyaza boyanmış kalastan mı?” şüphesi tekrar zihnini bulandırdı. Baktı. Baktı. Hiç mermerden doğramacı, marangoz tezgâhı olur muydu? Olursa mutlaka bunun hususi bir sebebi vardı! Cabi Efendi mermerin kalastan çok daha pahalı olduğunu düşündü. Başını, sakalını kaşıdı. Hiç şüphe yok, burası eskiden ya bozacı ya muhallebici dükkânıydı. Sonradan gelen bu marangoz, mermer tezgâhı hazır bulmuş olacaktı. Güldü. “Tembel herif!” dedi, Kim bilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde çalışılır mı?” Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu. Her şeyin bir usulü, bir kaidesi vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri muhakkaktı. Durmadı. Gayriihtiyari dükkânın açık kapısından girdi. “Ne var?” der gibi kendisine bakan marangoza sordu:
“Sen bu dükkânı yeni tuttun, değil mi?”
“Hayır.” cevabını alınca tekrar sordu:
“İstersen eskiden tut. Fakat senden evvel burada bir muhallebici otururdu, değil mi?”
“Hayır.”
“Öyleyse bir bozacı?”
“Hayır.”
“Ya kim otururdu?”
“Hiç kimse… Bu dükkânı ben kendim yaptırdım.”
“Ee, bu mermer tezgâh burada ne arıyor?”
“Ben koydurdum.”
Cabi Efendi gözlerini açtı. Marangoza daha keskin bir dikkatle baktı:
“Sen deli misin oğlum?” dedi.
“Hayır.”
“Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?”
“Niçin oynatmasın?”
“Kazara keseri kaçar. Hem mermer bozulur hem keser…”
“Ben hiç keserimi kaçırmam.”
“Kaç senelik marangozsun?”
“Yirmi senelik.”
“Kaç senedir mermer tezgâh üzerinde çalışıyorsun?”
“On beş sene var…”
Cabi Efendi tezgâha yaklaştı. Marangoz gülüyor, pos bıyıklarının üstünde şiş yanakları elma gibi kızarıyordu.
“On beş senedir hiç keserini yanlışlıkla kaçırmadın mı?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив