guşe-i ihtifasına sarara sarara giderken, etrafında ona baygın sadalarıyla seheriyyeler okuyan nedimelerinin işvelerine karşı, mahmur gözlerini ovuşturarak perişan saçlarını silkerek, kaşlarını çatarak kalktı ve çağlayanın bir kenarına giderek akan berrak derenin sathına yayılan sarı nilüfer çiçeklerinden birine bastı; nedimeleri dahi bu çiçeklerin koyu yeşil yapraklarına istinad ile sabahın sisleri arasından çağlayanın menbaına doğru kaymaya başladılar.
Meşşâtaları, pınarda mâlikelerinin sabah ziynetlerini ikmal ederlerken Nesrinnuş suda inikâs-ı cemâline müstağrak, kımıldamadan kendisi temaşa ederdi. Bu sırada yeşil ve kırmızı kelebeklerin birbirlerini takip edişlerine bakar ve iki kumrunun uğultularını dinlerken, eniselerinin şathiyyâta ait mülâtıfelerine dudaklarından yavaşça uçan bir tebessüm ile mukabele ederdi.
Nesrinnuş; nedimelerinin, hâdimelerinin kimine Gül-çekân, Zühre-çîn, Naz-âferîn, Mevc-i nur gibi unvanlar ve kimine çiçek ve kuş namları tahsis ederek cümlesine de nam ve unvanlarıyla mütenasip libâslar tertip eylemişti.
Sabah ziynetlerinin itmamından sonra reng ü nurdan mensûc bir tüle sarınarak pembe nilüfer yapraklarına basarak ırmağın cereyanıyla sahile geldiler. Burada iki tekerlekli, küçük, billurdan bir gerdûne duruyordu.
Ön tarafına koşulmuş üç çift dişi kuğu kanatlarını germişler, malikelerinin rükûbuna intizaren amâde-i azimet bir vaziyette bekliyorlardı.
Nesrinnuş, cûy-ı revânın omzuna ittikâ ile gerdûnesine bindi. Yanına davet ettiği Mevc-i nur’un bir eliyle beline sarılıp doğan güneşe benzer mehabetli bir vaziyet aldı. Diğer eline kahkaha dallarından dizginleri takıp “Diyar-ı gül”e emrini müteakkib, bir küme kısa saçlı, pembe, küçücük periler ellerindeki nefirleri üfleyerek yola revan oldular. Bu esnada sarı sülünlerden, al bülbüllerden, beyaz güvercinlerden, tavuslardan, kırlangıçlardan mürekkep bir cem-i gafîr, gerdûnenin önünden bin türlü şaklabanlıklar, çığlıklarla süzüle süzüle uçmaya başladılar.
Gerdûne, kaldırımları kamilen gül yapraklarından masnu ve murassa yolu bir çâlâkî-i berk-âne ile takip ederken yerden kalkan pembe tozlar, gerdûnenin billurîn tekerleklerine, kuşların kanatlarına kondukça bu katara bir kavs-ı kuzah letafeti veriyordu.
Güneş, Bahr-i Kulzüm’ün ufuklarından sarı saçlarını saçarak, dökerek görünmeye başladığı hengâmda bu kafile-i esiriyyun da Nesrinnuş’un Diyar-ı Gül dediği şahika-i şiir ü hayale vasıl oldu. Bu tepenin etrafı ulu gül ağaçlarıyla muhat idi. Pembe, mor, sarı, turuncu goncalar şeref-i kudümünü takdisin hepsi birden açılarak sinelerinden coşan kokular, Nesrinnuş’un boyunlarına, omuzlarına, bellerine, ellerine sarıldı. Nesrinnuş gerdûnesinden indi. Arkasından onu takip eden eniseleri, hâdimeleri, sazendeleri de mülaki oldular.
Şimdi Nesrinnuş bir nefha-i rüzgâr halavetinde ağır adımlarla geziniyor. Ve bir peyk-i hâre-ver ve münevver gibi, peyinden eniseleri birer birer dik ve müteazzım bir tavır ile geliyorlardı. Bütün yüksek ağaçlar, bu melike-i melâhat hizalarına geldikçe, huzurunda eğilerek ona en güzel kokulu çiçeklerini arz ediyor ve Nesrinnuş da onları, bir gülden daha güzel yaratılmış olmaktan başka bir farkı bulunmayan eliyle okşayarak, nedimelerine koparmak için, bir nim gamze-i azimet ile emrediyordu. Toplana toplana Zühreçîn’in, Gül-çekân’in eteklerinde biriken güllerin en güzellerinden bir çelenk yapıldı. Ve Nesrinnuş’un başına konuldu. Böylece sabahın sisleri arasında, yürüye yürüye tepenin en mürtefi ve matla-ı şemse nâzır bir noktasına geldiler. Nesrinnuş asâ-yı ihtişamına ittika etti. Göğsünü ve bütün heykel-i nazikterîn vücudunu ileri doğru gererek başını geriye bıraktı. Ve elleriyle dudaklarından bir gül-buse kopararak doğan güneşe doğru fırlattı. Bu bir âyin-i afitâb-perestî idi. Bu busenin iktitâfını hisseden hâdimeler, koşarak, seğirterek, kırılışarak yekdiğerlerini itip çekerek, gıcıklayarak, hoplayarak, oynayarak gülerek saçlarında güller, başlarında tüyler, tenlerinde tüller, ellerinde yelpazeler, bellerinde gâzeler, gözlerinde şimşekler, gerdanlarında çiçeklerle malikelerinin etrafına toplandılar. Ve onun bir işaretiyle tulu-ı şemsi alkışlamak için sabahiyeler okumaya başladılar. Ve el ele, bel bele tutuşup kâh uçuşarak ve kâh konarak envâr-ı afitâbın şerefine bir raks-ı mestâmeste başladılar. Bu gülbâng-ı raks ü ahengin cazibe-i letafetine ağaçlar ve rüzgârlar dahi kapılarak, nesim hafif girdbâdlarıyla dönerek, ağaçlar ivicaclarla sallanarak bu neşeye iştirak eylediler ve güllerden süzülen pembe jaleleri eme eme o derece mest ve sekeran bir halete geldiler ki bâd-ı seher bundan istifade ile güneşe handehand işveler, nurânur güzellikler göstermek ümniyesiyle bütün bunların tüllerini omuzlarından düşürerek üryan bıraktı. Bu halete dayanamayan ağaçlar, pür heyecanı şevk ü şegaf bütün güllerini, goncalarını silktiler ve bunları bir pembe yağmurun, pembe dalgalı, pembe köpüklü pembe selleri içinde mest ü müstağrak bıraktılar.
Nesrinnuş’un, bu neşe-i sâriye-i şi’riyyet, mütehallik olduğu humma-yı hicranı teşfiye etmiş ve mugaşşâ-yi neşve bırakmıştı.
Bütün bu dudmân-ı peri, bellerine kadar reng vü buya batmış oldukları hâlde âyinlerine hitâm verdiler. Lakin bu neşenin hitâmına razı değillermiş gibi şimdi de dallardan, çiçeklerden salıncaklar kurdular. İkişer ikişer sallandılar, uçuştular, gülüştüler, saçıldılar, döküldüler. Bir müddet de bu suretle dem-güzâr oldular.
Nihayet Nesrinnuş yine gerdûnesine râkiben ve maiyyeti dahi yine aynı silsile-i nizam ile avdet ettiler. Ve kâşâne-i billurda hazır olan sofraya oturdular.
Ekseri günler, öğle taâmından sonra Nesrinnuş kaylûletini yapar, akşama yakın ava çıkar, güneş kararmaya başladığı zaman istihmâmını yapmak için kâh sahil-i bahre gider, kâh pınar başında soyunurdu. Gül iksirleri, ya benefşe esirleriyle tenini taltif ederdi.Geceleri eniselerini yanına davet ederek onlara kâh masallar kâh ninniler söyleterek eğlenirdi, kâh uzak ufukların, meçhul sergüzeştlerinden ağlâklar, hülyalarla işlenmiş bahisler açılırdı ve bu zemzeme-i mükâleme bir menba-ı şeffafın feşâfeşine benzeyen berrak ve medîd bir hübûb nagamatıyla, kâh bir kahkaha-ı tiz ile kırılır veya bir fısıltı arkasında kaybolurdu. Nesrinnuş mehtap olursa sevdiği refikalarından bir ikisini yanına alarak yürümeye çıkardı. Bu sırada nesim-i narinin gayr-i meri buseleriyle kıvrılıp küçük dalgacıklar peyda eden al harmanîsiyle Nesrinnuş’un yürüyüşü, al bir nehrin cereyanına benzerdi. Öyle bir nehir ki kenarı beyaz minalarla muhât olup başının üstünde sarı güller açar, pembe bülbüller uçardı.
Nesrinnuş beş yaşında geldiği bu adada, on beş senedir bu minvalde, rayihalar, refahlar, yumuşaklıklar, rehavetler içinde yaşar ve meçhul birtakım hayâlatın karşısında günleri handeler, geceleri tebessümlerle geçerdi.
Bir sabah hilâf-ı mutâd, kalbinde yakıcı bir hararet hissetti. Billur köşkün kurbunda akan şelaleye kadar gitti. Tüllerinden sıyrıldı. Cereyanın kaynaşan köpüklerinin kuvvetli kamçıları altında bir müddet hareketsiz uzandı. Sonra çırpındı. Üşüdü. Pembeleşti. Ve avdetinde vücudunu beyaz tüyden bir yatağa attı.
Şimdi Nesrinnuş’a ağır bir uyku galebe etmişti. Uyudu, uyudu, uyudu… Nihayet öğle güneşinin kızgın, kâsil şuleleri, kapalı kirpiklerini, sıcak okşayışlarıyla açarken yanında onun belini kavrayacak, kollarını sıkacak, vücudunu örseleyecek, sinesini zedeleyecek bir şey… Bir kuvvet, bir vahşet aradı. Yanında ağır adımlarla gezen, lekesiz, beyaz bir kuğuyu kucağına aldı. Onun yumuşak beyaz göğsünü, helecandan çarpan yumuşak pembe göğsüne dayadı. Boynunu boynuna sardı; bütün kuvvetiyle sıktı ve böylece kuşun beyazlığı, yumuşaklığı altında, gözleri yarı açık, vücudu gerilmiş, bir zaman hareketsiz kaldı.
Nesrinnuş, artık bu kokulardan,