o gün mağarada kalan mahûd ihtiyarın tedabir ve tecaribine müracaata karar verdiler.
İhtiyar sergüzeşti en küçük tafsilatıyla istima ettikten sonra bütün kahanet-i hindiyesini tecrübe ederek sabaha kadar çalıştı. Sabahleyin güneşle beraber, Nesrinnuş’un vücudundaki güller de etrafa serpildi. Ve kadın; bütün kadınlığıyla, bütün şefkat-i şi’riyetiyle doğuverdi.
Şimdi, Nesrinnuş, böyle kavi pazılar, ateşli sineler arasında bulunmaktan mütevellid bir şevk-i mağrur-ı neseviyyetle etrafına gülhande-i hüsnünü serperken, bütün şu çorak cibal ve hâmûndaki siyah ve gamnâk dikenler; al güllere, mor sümbüllere tebeddül etmiş ve kadınlığın bu nim hande-i sehharı, yübuset-i hicran içinde kavrulan ruhlara bunca senedir çekilen azapları bir anda unutturmuştu.
Yine bu dakika-i meserret içinde, adalarda, hâiz oldukları kıymetin takdir olunmamasından, sürünen elmaslar, inciler, zümrütler, la’ller, yakutlar, firuzeler, safirler bütün Nesrinnuş’un ayağının altına döküldüler. Ve ona muşaşa ve mübeccel bir sedir-i ibtihâc teşkil eylediler. Bu cazibe-i ân ü hüsnü temaşa eden ihtiyar, başını sallayarak diyordu:
“Evet, sevda-rîz saçlar olmayınca elmasların, gülbîz parmaklar bulunmayınca yakutların ve zümrütlerin, beyaz gerdanlar görülmeyince incilerin ne hükmü, ne lutfu olabilir?”
Şimdi Nesrinnuş kendisini deragûş edecek, bir yed-i kuvvet ve Hârâ mübareze-i hayatın eziyetlerini unutturacak bir dest-i şefkat bulmuştu.
Bu neşeden teskin-i şetaret edemeyen ihtiyar yine söylüyor:
“Kadınlar, vahşi ağaçlara sarılıp rayihalı dallarıyla onları tezyin eden sarmaşıklara benzerler ki, erkekleri ezhar-ı aşk ile deraguş ve ihata ederler. Kadınsız erkek dürüşt olur. Münzevi olur. Mürebbi-i manevî olan şefkat ve nevâzişin nerm-hande-i müessiriyledir ki erkeklerde hissiyat-ı rakika-i ulviyye münceli olur. Ve ilave ediyordu:
“Kadınlarda güzellik olmasaydı, erkeklerde büyüklük olmazdı… Erkeklerde büyüklük bulunmasaydı, kadınlardaki güzellik görünmezdi.”
Lâne-i Münkesir
“Saçlarını öyle kıvırmalıydın ki initaf edecek nazarlar onlar arasında takılıp kalmalıydı.”
“Böyle çirkin miyim?”
“Siyah peçenin meyus rengi altında sarı saçlar âdeta ağlar… Daha ince peçen yok mu?”
“Gül rengi carımla peçemi giyeyim mi?”
“Çehrenin bu al rengini örtecek. Yazık değil mi?”
“Bugün sen beni giydir.”
“Gözlerinin etrafındaki sürme az; kirpiklerin o kadar siyah, o kadar siyah olmalı ki arasından uçan nazarların seyyarelerin nur-ı mahmuriyete benzesin… Bakışlarındaki ruhâniliğin süzgünlükleri huzurunda gönüllerde perestiş çılgınlıkları uyandırsın.”
“Peki! Gel, yaklaş, daha gel. Gözlerime sürmeyi de sen sür… Bugün sen beni süsle… Ben gözlerimi kapayayım… Sen istediğin gibi süsle, giydir. Beni bir levha gibi tersim et. Zevk-i selimini göster.”
Mihriban gözlerini kapamış, kocasına gülerek teslim-i vücud etmişti. Neriman sürmedânı eline aldı. Titreyen elleriyle kirpiklerini açtırarak yeşile bakan o maî gözlerin etrafına bir hale-i siyah çekti.
“Bu gözler istediğim gibi bakmasını biliyorlar mı?”
“Öyle ise dur! Gözlerinin içine bakayım, ellerini avuçlarımın içine koy!.. Böyle. Oh! İşte böyle… Gözlerini gözlerimle öpeyim… Bakmasını biliyorlar mı?”
Neriman’ın har ü mugaşşi bir galeyan-ı demin tekmil vücudunda feveranı başını ateşler içinde bıraktı. Dizleri titriyor, elleri titriyor, dudakları titriyordu ve ekseriya irad ettiği; “Erkeklerin kadınlar huzurunda âguşları açılır. Çiçeklerin güneşe karşı yaprakları açıldığı gibi…” sözleriyle karısını derağuş etti. Ve Mihriban’ın kıvrık saçlarının zalâm-ı zerrîni içinde Neriman’ın gözlerinden çakan titrek şimşekler, hararetli izler bıraka bıraka, karısının sadefgûn ensesinde dağılarak, dudakları bir tatlı meyva yer gibi mahmur-ı iltizaz şapırtılarla ten-i şirin ü münevverden gıcıklayıcı, o insanı, bir dakika için acı acı yakıp, sonra tatlı ateşi, sertâbepâ vücuda yayıla yayıla bütün sinirleri kıran, kıvıran, bayıltan, medîd öpücükler toplamaya başladı.
Bu dakika-i sekerân içinde Mihriban; “Saçlarımı bütün dağıttın, pudralarımı uçurttun.” âvâzesiyle sıyrıldı, çıktı.
“Oh! Bu dakika ne güzelsin!”
“Her zaman değil miyim?”
“İsterim ki evdeki güzelliğini, şiiriyetini sokakta da muhafaza edesin. Dil-nevaz ve zeki ayaklarınla kaldırımları okşadığın vakit…”
“Ben yalnız senin güzelin, senin şi’rin olmak istiyorum.”
“Yok. O kadar hôdgâmım ki seni sokakta görenler; ‘Bu pek güzel mahlûk, Neriman’ın karısıdır; bahtiyar adam, mesud fâni.’ desinler. Bu incinin sadefi ben, bu gülün saksısı yine ben olduğum fısıldansın.”
“Hayır fısıldanmasın. Hatta o kadar fısıldanmasın ki işte seni o şereften mahrum etmek için bugün çıkmayacağım. Ve bugün elinle ikmal ettiğin süslerim yine karşında dağılsın, sen de çıkma. Ben de seni giydireyim. Boyun bağını elimle bağlayayım. Bıyıklarını elimle kıvırayım. Sana tatlı kumru hikâyeleri söyleyeyim.”
“Ben senin eğlenmeni, gezmeni istiyorum. Meselâ seni Maden yolunda gezerken görünce; ‘Ah bu güzel kadın, bir periye benziyor, onun izini takip edeyim.’ hülyasıyla seni takip edeyim. Seni kaçıracakmışım, uçuracakmışım gibi çarpıntılarla, eziyetlerle gizli hicranlar, azaplar çekerek, mahrum-ı emel bir şûrîde-i sevda tehâlüküyle peşinden ayrılmayayım. Sonra sen benim ol. Meraret-i tahassürün halavet-i visâlini böyle tatmış bulunayım. Ve yaşadığımı anlayım.”
“Evet, biliyorum. Sus, biliyorum!”
Bu “Sus”; Mihriban’ın bu danteller, bu süsler altında gizlediği bütün bir felaketi, kocası Neriman’a anlatmak isterken döktüğü bir damla yaştı. O böyle öpüle öpüle pembeleşen yanaklarla, okşana okşana dürtülerek, itilerek seyre gitmenin ne demek olacağını keşfediyordu… Kocasının gözleri şimdi bir sâika şua’ıyla parlayarak ona diyordu ki: “Hayır, yürürken sinen vücudundan ileri gitmeli. Ruhun sinenin üstünde çırpınır gibi, uçmak ister gibi yürümeli. Hamra Hanım’ın yürüyüşü bütün işve. Dikkat etmiyor musun?”
Evet yine Hamra, yine o kız. Kocasının lisanından her gün, her gece bir suretle fırlayan bu kıvılcım, her defa başka işkencelerle kıvrılarak Mihriban’ın kalbgâhına sarılıyor.
“Araba hazır. Belki yolda birbirimize tesadüf ederiz. Diyasgelos bu akşam kalabalıktır.”
Mihriban Hanım, vilayâttan birine mensup, on seneden beri İstanbul’a nakl-i mekan eden, gayet zengin bir ailenin yegâne kızıydı. Pederinin serveti pek az zaman içinde, İstanbul’un kibar âlemi arasında, kendisinden gıpta ve serzenişlerle bahsettire ettire, tezvic için birçok namzetlere, engin hülyalar irâs eden Mihriban’ın; bir buçuk sene evvel ansızın Neriman Bey’le izdivacı, hayli kıl ü kâli mucib olmuştu. O gün şirketin Beylerbeyi’ne uğrayan vapurları, yekdiğerlerinden fazla malûmat almak isteyen, seyirci kadınlarla dolmuştu. O perşembe gününden bed ile iki ay bütün bu düğünün dârâtı, şaşaası İstanbul’un güzide haremleri arasında mübalağalarla, çalkana