atarak, şûh-ı sâtır bir şehirli kız inceliğiyle, gördüğü, görüştüğü nev-nihalân-ı asalet refikalarının arasında bir mevki-i mümtaz işgal etmeye başladığı bir sırada, izdivacı vuku buldu.
Mihriban bugün bu tenezzühün nümayişiyle setre çalıştığı, derin bir infiâl-i meyusun merâret-i nihânıyla, Büyükada’nın çamlar arasındaki yumuşak tozlu yolları arasında, arabanın önünde başlarını bir tavr-ı nahvetle sallayarak yürüyen bir çift iri Macar beygirinin reftâr-ı mevzunundan mütehassıl tantana-i muttaridini, dalgın dinlerken gözlerinin önünde bütün bu nevazişler, nimetler, kibarlıklarla açılan güllerin insafsız dikenleri, onun ruhunu incitiyordu. Diyasgelos yolunda araba, çamlıkların arasında, şale tarzında inşa olunmuş bir tirşe köşkün önünden geçerken, şimdiye kadar arabada kendisine tevcih-i hitâb etmeyen kayınvalidesi, siyah iri kaşlarını kaldırarak bir nazar-ı müstehzi ile Mihriban’a: “Bak.” dedi. “Kamra ve Hamra sana sesleniyorlar.” ve arabacıya durmasını işaret etti.
Şimdi bu iki taze, ansızın kafeslerinin kapısı açılıveren bir çift kanarya şakraklığıyla çırpınarak, süzülerek, sekerek, koşarak köşkün demir parmaklı kapısından çıkıp arabanın yanına geldiler. Mihriban’ın kayınvalidesinden müsaade istihsal için latifeler icâd edip, Kamra güle güle: “Vallahi efendim, bu akşam kaynanayı gelinden kurtarmak istiyoruz.” feryadıyla Mihriban’ı hemen zorla, yarım saat kadar, şurada bahçede kanepelerin üstünde, geleni geçeni seyretmek bahanesiyle çektiler, aldılar. Kayınvalidesi nâçâr bir ibtisam-ı zarif-i nezaketle müsaade ederken, Hamra “Hem o kadar anlatalacak şeylerimiz var ki…” diyordu.
Mihriban, Kamra ile Hamra’nın, bu iki hemşirenin arasında bulunmaktan bir azâb-ı müz’ic hissediyor ve usret-i teneffüse uğramış bir hasta eziyetiyle kendisinde lakırdı söylemek için iktidarın, yüreğinin çarpıntılarıyla azaldığını duyuyordu. Şimdi Hamra Mihriban’ın süsünü, bir nigâh-ı seri-i tenkit ile süzerek:
“Kardeş bu yeni manton mu? Bilmem ki fes rengi manto yaptırmak nereden hatırına gelir.”
“Bunu Bey istedi.”
Artık ikisi de dayanamadılar. Kahkahalarla gülerken:
“O! Bey’in hüsn-i tabiatına diyecek bulunmaz. Şimdi buradan geçti. Söyleseniz de fesini o kadar kaşlarının üstüne indirmese.”
Bu sırada Neriman arabasıyla geçiyordu. Arabasını durdurmak istedi, cüret edemedi. Zevcesiyle Hamra ve hemşiresinin akrabalığından istifade ile yanlarına gitmek istemişti. Neriman’ın izhâr eylediği bu tereddüt ve telaşa karşı köşkün bahçesinden fırlayan kahkahalar, uzaklaşmakta olan Neriman’ın kulağına kadar geldi. Şimdi kırılışıyorlar ve ilave ediyorlardı:
“Beceriksiz. Allah için beceriksiz. Yanımıza gelmek istedi baksana. İhtimali yok. Karar veremedi.”
Hamra dedi ki:
“Benim Neriman Bey’den kaçmak hatırıma bile gelmez. Enişteden firar manasız olmaz mı? Ne dersin Mihriban?”
“Tabii!”
Bazen dudakların bitiremediği cümleleri gözler ikmal ve kaşlar tefsir eder. Mihriban’ın bu nâtamam ve müphem cevabı da şimdi mantosunun katmerlerini elleriyle kıvırırken, onların üstüne düşen feryadkâr bir nazar-ı seri-i mühtezi itmama ve amcazadelerini tehdit ve ikaza kifayet etti. Demin mantosunun kıvrımları üstüne düşen o nazar, mebnâ-yı saadetini yıkmak için, sarsan darabat-ı nihaninin şiddetinden inşiâl ve feveran eden bir kıvılcım idi ki şimdi yanında, kendisinin safvet-i kalbinden istifade ile yalnız zevcinin aşkına bürünmüş gönlünü böyle muazzeb istihzalarla çimdikleyen amcazadeleri Hamra ile Kamra’nın, bu iki rakibe-i müstesnanın, cüretlerini tahribe kâfi gelecek zannetti. Hamra Mihriban’ın şetaretsizliğinden bu bahs devam edemeyeceğini anlamakla beraber yekten ayağa kalkarak:
“Bu güzel havada kanepeye çivi gibi mıhlanmakta bir mana göremiyorum. Hiç olmazsa yolda gezinelim iştihâmız açılır.” dedi.
Üçü de kalkmışlardı. Bu iki hemşirenin nefha-ı rüzgâr hafifliğiyle yürüyüşlerini görmek istemeyen Mihriban, yanında yürüyen bu iki güzel rakibenin süslerine ansızın baktı. Hamra’nın pembe bengalinden pelerinli bol mantosu, yukarıdan aşağı kat kat kıvrıklar içinde idi. Hamra ikisinin ortasına girmiş ve şimdi arkalarından Hıristos tepesinden kayarak ve çamlığın üstünden süzülerek üzerlerine gelen baygın, solgun güneşe ha’il olmak ümniyesiyle illüzyon dedikleri, ince ipek tül köpükleriyle kabaran şemsiyesini açmıştı. Başına örttüğü açık pembe ipek örtünün altından ve alnının üstünden fırlayan lüle lüle saçlar akşam rüzgârının küçük fiskeleriyle kıvrıla kıvrıla titriyorlardı. Hemşiresi Kamra’nın tuvaleti dahi Hamra’nın sarısı idi.
Mihriban bu iki hemşirenin tantana-i tezyinâtı karşısında küçülmüş gibi gözlerini kırparak, boynunu bükerek kocasının bunlar için ne dediğini düşünüyordu. Vaktiyle Neriman, bunları böyle kıvrım kıvrım tuvaletleriyle, katmer katmer tülleriyle, lüle lüle sarı saçlarıyla “birini pembe, öbürünü sarı krizanteme” benzetmiş ve içini çekerek “Ne şairane hâlleri var.” itirafında bulunmuştu.
Artık hiç şüphe yoktu. Aralarında küçükten beri hükümran olan bir hiss-i rekabet Hamra’yı, Mihriban’ın kocasını kendi elinden çelmek hıyanetinde bulunmaya sevk etmişti. Ona demişlerdi ki: “Kendi gibi kenarın dilberine Neriman gibi koca memnudur.” Bu söz Hamra’nın idi. Lakin bu hiç sevmediği Büyükada’ya, kendisinin izmihlaline bir dâm-ı ihtiyal olmak için bulunmuş bu sayfiyeye niçin gelmeye razı olmuştu? Kocasının adaya gelmek hususundaki ısrarına niçin mümanaatta sebat etmemişti? Demek ki bugünden sonra önünde bir meydan-ı rekabet açılmıştı. Esasen hüsnüne, güzelliklerinin şaşaasına kapılan gençleri bile su-i şöhretlerinin şayiatıyla ricata mecbur eden bu iki dilaşup ile uğraşmanın göründüğü gibi kolay olmadığını anlamakta Mihriban teehhür etmedi. Şimdi kendisine refakat eden saadeti için muzır ve müz’ic bir düşman olan amcazadelerinin, ipekli elbiselerinin sürtünmesinden çıkan feşâfeşi, hayatını ısırmak isteyen bir yılanın safir-i kini gibi onu titretiyordu. Bunların bütün hainliklerini, söylenmeyecek tahkirlerle yüzlerine çarpmak, sonra buradan kaçmak ve kocasını bunların elinden çekip kurtarmak istedi.
Hamra bir iki dakika devam eden sükût-ı müteheyyici ihlal etmek isteyerek:
“Mihriban.” diyordu. “İki haftadır adadasınız, gezmiyorsun, eğlenmiyorsun.”
“Ben adayı hiç sevmiyorum.”
“Neriman Bey bilakis pek seviyor galiba. Siz nakletmeden her cuma ve pazar buradaydı. Kâh bize gelir, pederle görüşüyordu. Sonra son vapura kadar adada birkaç devir ettiğini görürdük. Sen ne kadar mürdümgiriz isen, kocan o kadar neşeli. Bize geldiği zaman selamlıkta pederle konuşurkenki kahkahalarını içeriden biz işitince, neden bahsolunduğunu bilmediğimiz hâlde biz de gülerdik. Böyle adamlar keskin olur. Kardeş, sana nasihatim olsun, tetik davran.”
Mihriban bu son darbeye tahammül edemedi:
“Ben değil, onun arkasından koşanlar tetik davransınlar.”
İki rakibe beyninde ilan-ı harb vuku bulmuştu. Bu sırada köşkün önünde duran arabanın içinden, kayınvalidesinin kendisini çağırdığını gören Mihriban kısa bir veda ile amcazadelerinden ayrılırken, bunlar arabanın yanına gelerek: “Efendim gelin hanıma bu adayı sevdirmeli.” diyorlardı.
Mihriban köşke avdetle odasına atıldığı sırada kendisini, dadısının elindeki oyuncaklarla eğlenen kızının karşısında buldu. Kocası Neriman’ın kara gözlerinin küçük bir numunesi olan bebeğin henüz rengi takarrür edemeyen koyu kurşuni gözlerine bakarak,