Artık o da sevmese bile, sevdirmek için, mesela ufak bir nigâh, gizli bir tebessüm ile mümkün olabilecek, samimi çarelere teşebbüs edecekti. Bu suretle hem kendisini düşündürtecek ve hem de intikamını almış bulunmak lezzetiyle şâdgâm olacaktı… Ve kendi aczinden istifade eden kocasının yüzüne müsterih ve mutmain, istihzah bakışlar fırlatacaktı.
Sefaletle geçen izdivacının daha ikinci senesinde, bu kadının kalbinde intikam için -dürüşt, kıymet-nâşinâs zevcine karşı- bir heves ve erkeklerden aldığını yine erkeklere vermek üzere onların fevkinde, onlardan büyük görünmek hevesi doğmaya başladı.
Birinci hatveyi attı. O genç için hazırladığı tebessümü tevdi etti. Genç tarafından takip olundu. O yabancının boynunu büktüğünü ve merhamet talebini ima eder bir vaziyet aldığını bu kalbini yırtan çarpıntılarla temaşa etti ve bu sırada etrafında Neriman’ı, gafil vefasız kocasını aradı. Ona bu levhayı gösterecek ve diyecekti ki: “O kadının ayağına kapandığını ben hoş göreyim fakat şu, bana boynunu büken gencin de benim ayağıma kapandığını, sen hoş gör. Neriman! Sen o kadını öptükçe, ben de buna güleyim, olmaz mı? Bu mukaveleye razı olacak mısın? Şimdi bu levhayı yüreğin titremeden, kanın galeyan etmeden temaşa edecek misin?”
Fakat kocası bu feci levhadan ürkmesin. Ya masum kızları mürur-ı zamanla televvüs edip, bu iki levhanın huzurunda paymâl olan istikbaline ağlayarak müsebbiblerine lanet etmeyecek mi?
Mihriban dimağında bu sarsar-ı izmihlalin feveranını hissederek odasına çıktığı sırada, “Nineciğim buradayım ben!” diyen kızını, ağlaya ağlaya kucakladı. Yok o, bu yoldan bir intikamın, edna bir mukabelenin ehli değildi. Mihriban her ihtimale mukavemet göstermekle, belki kocasını irşada muvaffak olacaktı ve bunu ümit ediyordu.
Artık karar vermişti; bütün istihzalı, haksız tahtıelere sabırla mukabele ediyordu. Her gece Neriman bir bahane bulup Hamra’nın güzelliğinden, hüsn-i tabiatından, güzel giyinişinden ve pencerenin altından dinlediği piyanosundan bahsediyordu. Bu bahisler arasında Neriman: “Mihriban mezuniyet verse onu da nikâh ederdim ve piyanosuyla bizi eğlendirirdi.” teklifini birkaç defa tekrar ettiği hâlde karısından gözyaşları dışında başka bir cevap alamadı. Bir gün Hamra’yı sevdiğini de itiraf etti ve “Ne yapayım Mihriban?” dedi. “O kadının hayali karşısında bütün metanetimi kaybediyordum.” Bu itiraflar aynı serzenişlerle tekrar ediyordu. Mihriban o zayıf hastaya benziyordu ki vereme müptela olduğundan katiyen emin ve birkaç gün sonra solup öleceğinden haberdar olmakla beraber, yine hayatı her zamankinden ziyade sever ve herkesten ziyade ati hakkında ümitler beslerdi. Şimdi bu kadın da kocasını vefasızlıklarına mukabil belki her zamandan ziyade seviyordu ve onun kadınlığı ezen eziyetlerini, bir dakika sonra unutacak ve afv edecek bir hal-i esarete gelmişti.
Temmuz içinde bir mehtap gecesi… Neriman geç gelmişti. Karısının muavenetini talep etmeden soyundu. Yatağına girdi.
Sabaha kadar uykusunun arasında “Hamra, Hamra!” feryadıyla sayıkladı. Mihriban da kocasının bu öldürücü, çılgın efganlarını işitip bütün gece kendi kendisine ağladı, ağladı, ağladı…
Sabahleyin Mihriban kocasını giyinmiş buldu. Artık Neriman karısının ayaklarına düşmüş ve “Bir şey teklif edeceğim Mihriban.” diyordu. “Benim hayatımı sen kurtaracaksın, ölüyorum. Teklifim, sana belki güç gelecek. Lakin bana merhamet et! Bundan sonra senin her zamandan ziyade kölen olacağım. Bana acı, beni himaye et!” Mihriban titriyor, bir şey anlamazlıktan mütevellit bir korku ile neticenin heybet ve vahşetinden kaçmak ve onu işitmemek için geriye çekiliyor ve yüzünü sararmış, titreyen elleriyle örtüyordu. Nihayet kocası her şeyi sonuncu defa itiraf etti. Hamra ile izdivaç edecekti. Ve başka bir hane tedarik eyleyecekti. İki gece Mihriban’ın yanında kalacak ve bir geceyi ötede; onun yanında geçirecekti.
Bu teklifleri işiten Mihriban ağlamıyordu, titremiyordu; donmuştu. Boğazına bir şey tıkanmış, nefes alamıyordu. “Of! Neriman! Yetişir! Sus!” dedi; kocası muttasıl ağlıyor ve hiçbir zaman zail olmayan aşkından bahsediyordu: “Bilmezsin Mihriban, seni hiçbir zaman şimdiki kadar sevmedim… Ve daima seveceğim. Senden ayrılamam. Öteki beni öldürecek fakat sen yaşatacaksın. Beni yalnız onun eline bırakma, bırakma Mihribancığım!”
Mihriban artık kendisini kaybetmiş, bayılmıştı. Kendisine geldiği zaman “Peki.” dedi. “Peki. Bırakınız beni valideme gideyim. Fakat kızımı da bana veriniz. Yetişir, bana bundan artık bahsetmeyiniz!” Mihriban ağlıyordu. Kızını yanına almış carını giyiyordu. Şimdi konağın içi karışmış, Mihriban’ın kayınvalidesi bu felaketi evvelden biliyormuş gibi kapının önüne gelmiş, yalnız bir “Ayol ne oluyorsunuz?” istizahıyla duvara bir heykel-i müncemid gibi dayanmış netice-i hâle intizar ediyordu.
Neriman, “Peki.” dedi. “Fakat vadet ki beni ebediyen terk etmeyeceksin Mihribancığım, vadet ki beni afv edeceksin.” Bunları söylerken, Mihriban’ın ilerlediğini gördü. Ve koştu, boynuna sarıldı. Karısının sararmış, zayıf yanaklarını öpmeye başladı. “Ve sakın benden iftiraka çalışma. Senin hasretine dayanamam.” diye feryat ediyordu. Mihriban kapıyı açarken tekrar arkasından koşuyor ve diyordu: “Dur, bana gecelik gömleğini bırak, ben ona sensiz gecelerimde sarılayım, ben onu koklayım, onu öpeyim. Beni Allah aşkına bırakma, bir hafta validende otur, istirahat et, yine ben gelip seni alacağım.” Mihriban hazırlanan arabasına dadısı ve çocuğuyla binerken arkasından kocasının ağladığını işitmiyordu.
“Nine kendi kendine neye gülüyorsun?”
“Hiç!”
“O sararmış kâğıtlar ne?”
“İade olunmamış borç senetleri.”
“Eskimiş mektuplara benziyor da…”
“Hayır kızım.”
Mihriban artık on altı yaşına girmiş kızının karşısında, bugün hakikati itiraf edemiyordu. Evet, o kâğıtlar iade olunmamış bir deyn-i saadete ait hatıralardı. O eski mektuplar, bir mecmua-i eş’ârın sahifeleri arasında gömülmüş gül yaprakları gibi rengini, rayihasını kaybetmekle beraber, güler yüzlü dakikaları muhtır yadigârlar olduğu için değerlerinden ziyade gizli kıymetleri vardı.
Kızı Rânâ, validesinin müphem sözlerinden, kendisine anlatmak istemediği bir şeyle meşgul olduğunu hissederek daima mahzun olan ninesini bir kat daha iz’ac etmemek için bir bahane ile odadan çıktığı zaman, yalnız kalan Mihriban tekrar bu mektupları okumaya başladı.
Oh! Bu geçen on dört sene zarfında neler olmuştu? Şimdi bir hikâye-i felaket olan mazi bu kadının dimağından geçiyordu. Neriman’dan, iftirakından sonra kocası, validesinin ısrarına mukavemet edemeyerek kendisini tatlik eylediği duyulunca, Hamra da bu sırada zuhuru tabii olan birçok güftügûlardan ihtirazen Neriman ile izdivaca cüret edemeyerek vazife-i intikamını, bu iftiraka vesile olmaya muvaffak olduğundan dolayı, ikmal olunmuş addile Neriman’ın tekrar teklif-i izdivacını reddedip muvakkaten akrabasından biriyle taşraya gitti. Neriman da İstanbul’da duramadı, bir şehbenderlikle Avrupa’ya giderken, bütün bu manasızlıklarına, vefasızlıklarına rağmen yine Mihriban’a ümitler vererek, gizli vaatlerde bulunmaktan çekinmedi. İstikbalini temin ile bir iki seneye kadar, pederinin servetine muhtaç olmayacak mütevazı bir mevki işgal eder etmez tekrar karısına ağuşunu açacak ve geçen felaketleri ilelebet unutarak, mesut olacaklardı. Oh! Hâla kocasının çılgın bir âşıkası olan bu kadın için, bu vaatler ne emelperver tesellilerdi. Neriman’ın mahall-i memuriyetinden yazdığı bu solmuş mektuplar, pejmürde vaatler hâlâ kucağında duruyordu. Bu satırlar, bu kelimeler yalan söyleyen birer mücririn perişanlığıyla şimdi gözünün önünde mahcup ve hacil titriyorlardı: “Avrupa’nın