yumruklarını gösteren ifritlerin, canavarların yüzlerine tükürmek istiyordu.
Bütünbuhâileler,birasabikadınüzerindekitesir-imübalağakârisiyle Mihriban’ı sıkıyor ve aczin bir cilve-i mesudesiyle muvakkaten iktisâb eylediği bir cüret-i mahmumenin sevkiyle, çaresizliğin, meyusiyetin verdiği son bir kuvvet-i icaza kapılıp; hôdbehôd meydan-ı mübarezeye atılmak ve kendisinin gözyaşlarıyla eğlenerek ve kahkahalarla ciğerini, ciğerparesini parçalamak isteyen bir bâdire-i felaketi, ince parmaklarıyla boğmak, gözlerinden saçılan yıldırımlarla yakmak istiyordu.
Rekabet-i aşktan mütevellit gayzlar dâima gizli yaşarsa, kuvvet-i fecaatini muhafaza eder. Kalpte, kalbin karanlık bir köşesinde barındıkça hüzn-i şi’riyetle büyür. His ile ruh onun iki aşinâ-yı hicranıdır, iki cenah-i mededkârıdır. Onlarla beraber irtika, yine onlarla beraber inhitat eder. Ekseriya aşka ait en muhrik rekabetler, düştükleri gönüllerde barınacak, esrarengiz bir köşe bulamayarak za’f-ı ahlakı ima eder bir tedbirsizlikle işâa olunduğu dakika, adi bir kıskançlık kisve-i fersudesine bürünerek halkı güldürmekten başka bir şeye yaramayacak.
Kadınlar ki dünyada bütün malik oldukları şeylere tecavüzü, güzelliklerine taarruza tercih ederler. Sırf hislerine ait izzet-i nefislerini pâmâl eden istirkâbları kimseye itiraf edememek mecburiyeti, onların en harab dakikalarında memnun görünmelerini müntic olur ki, erkekler ekseriya böyle muammalar karşısında bulunmakla dûçâr-ı hayret olurlar.
Mihriban şimdi râz-ı pinhânıyla karşı karşıya kalmış ve kendisini tehdit eden karîb bir felaketin adım adım yaklaştığını görüp feryat etmek isterken, dizlerinin dibinde oyuncaklarıyla aldanan kıyının, bu kâbus-ı peyâpey felaketle istihza eden gevrek, pürüzsüz sesiyle “Nineciğim!” diye gülüşünden saçılan nur-ı meserret, bütün kara hülyalarını târümâr eylemişti. Evladını kucakladı ve ona hücum eden ejdere, bu inci dişlerden dökülen bir bebeğin pakize handeleriyle mukabele etmek isteyerek, onu bir siper gibi kavrayıp havaya kaldırdı… Ve kenarları pembeleşen o küçük gözlerin içinde muhtaç olduğu lem’a-i ümidi buldu.
Neriman çamların kütüklerini tutarak, küçük kayaların üstünden ayağı kayarak, sendeleyerek temmuz gecesinin durgun semasında parlayan yedi sekiz günlük bir hilalin ışığında, gözlerini köşkün arka kapısına dikti. Kapı açıldı. Gecenin sükûtu ortasında bir deste ipekli kumaşın feşâfeşi arasında bir gevrek kahkaha, titreye titreye çamların altına yayıldı. İki yumuşak gölge, “A! Vallahi tuhafsın kardeş!” âvâzesiyle ilerledi. Neriman göğsünden çıkardığı bir ufak deste benefşeyi Hamra’ya, “Müsaade edin şu demetçik dudaklarınızı koklasın.” diye uzatırken eteğine doğru eğildi. Hamra hafif bir çığlıkla “Destur!” dedi. “Bu kim? Gece kuşu mu?”
“Size vurulmuş bir kuş!”
Neriman’ın titreyen dudaklarından dökülen kelimelerdeki ihtizaz, sözlerini anlaşılmayacak derecede bölüyordu. Kamra hemşiresine dedi ki:
“Ay Neriman Bey imiş…”
Hamra ilave etti:
“Sizin burada ne işiniz olabilir? Bu da acayip! Ne işiniz olabilir? Yok, cevap verin. Çabuk, çabuk!..”
Neriman müşkül bir mevkide idi. Tedarik ettiği cümlelerin kâffesini şimdi unutmuş, söze nereden başlamak gerektiğini unutmuş:
“Bilir miyim efendim? Bu akşam hemşirenize, ben geçerken, bu kapıdan çamlığa çıkacağınızı söylüyordunuz. Benim de size o kadar anlatacak şeylerim, ayaklarınıza dökecek gözyaşlarım vardı ki…”
Şimdi Hamra, gözleriyle, dudaklarından kahkaha şimşekleri saçarak:
“Ne garip, ayaklarımıza dökecek gözyaşları varmış. Aman ne garip şeyler bunlar? Peki olsun! Fakat o yaşların hepsini birden dökünüz de çabuk bitsin. Kıvrılıp bükülen, sürünüp ezilen merasimden hoşlanmam. Hemen lakırdı mı söyleyeceksiniz yoksa ağlayacak mısınız? Haydi beş dakika içinde bitirin. Ve yürüyün şöyle ileri gidelim.”
Hamra ile Kamra önde eteklerini kaldırarak yürürken, Neriman arkada bu iki vücud-ı nazikterînin câzibe-i tâkâtsûzuyla atıldığı girdbâd-ı sevdanın sekeran-ı tesiriyle mahmum ü bitâb ve her türlü ihtimalata karşı zuhur edebilecek netayici, mevâni’i çiğneyip geçebilecek derece gözleri dumanlanmış, kararmış ve ekseriya bir aşk-ı meşru’a karşı edilen ilk tasaddilerde kalbe ârız olan mağdur ve giryan bir hayal-ı mûkizin “Beni unutma! Beni unutma!” enîn-i siyah-ı niyazı, kulaklarında uğuldayarak bir sevda-yı lezîz ü nevin ile telaş içinde çırpınan gönlüne kadar nüfuz edemiyordu.
Birkaç adım atmışlardı ki Hamra:
“Biliyor musunuz Neriman Bey, bu akşam Mihriban, sizi bize göstermeye bir türlü razı olmadı. Akrabanın birbirinden firarı münasip olmadığını söylediğim hâlde…”
“Ondan şimdi bana bahsetmeyiniz efendim.”
Daima yürüyorlardı. Sık ağaçlı bir tepeye geldiler. Hamra ilave etti:
“Lakin hareminiz değil mi? Onu yalnız köşte bırakıp bize ne söylemeye geldiniz?”
“Sizin aşkınızın beni öldüreceğini söylemeye geldim.”
Hamra bu defa artık bütün kuvvetiyle gülüyordu ve:
“Oh! Aşk, sevda, muhabbet, sevmek; ne yıpranmış, kullanılmış, pörsümüş lakırdılar. Bâhusûs sizin gibi bir evli adamın ağzından bunları işitmek…”
“Sizi seviyorum, çıldırasıya seviyorum!”
“Hareminizi sevmiyor musunuz?”
“Size perestiş ediyorum!”
“Lakin siz Mihriban’ın kocasısınız!”
“Sizin kölenizim!”
“Niçin?”
“Sizi ölmek için seviyorum!”
“Peki fakat o bu sözlerinizi duyarsa…”
“O duyarsa her şeye hazırım. Fakat siz aşkımı, beni kahredecek aşkımı reddederseniz ölürüm, yaşamam. Beni kurtarın; karşınızda gördüğünüz şu Neriman ruhsuz bir vücuttur, onun ruhu şu gül rengi avucunuzun içindedir.”
“Fakat sizin için, onu sevdi de aldı.” diyorlar.
“Size perestiş ediyorum, beni reddetmeyiniz. Eğer aşkımın şiddetini bilseniz siz…”
“Zevcenizi düşününüz!”
“Ona malik olmayaydım, size memluk olmayacaktım. Ruh vardır ki nısfı başkasındadır. Onlar yekdiğerleriyle ikmal olunmak için yaratılmışlardır. Biri diğerini karanlıklar, hüsranlar içinde arar; doğan kamere sorar… Bir hıram-ı mevzunun ahengine sorar… Bir kumaşın feşâfeşine sorar… İpek saçların kıvrıklarında arar… Mesut handelerin titreyen elhânında, mağmum giryelerin sükûtunda arar… Bir şemsiyenin esmer semasında arar… Bakışların mânâ-yı serâirinde arar… Eşini arayan bir kumru gibi onu her yerde, her an gönlüyle arar… Aklıyla arar… Hayaliyle arar… Hissiyle arar… Yoruluncaya kadar, ölünceye kadar arar; bulmadan ölürse mahrum-ı saadet; gülmeden, yaşamadan bedbaht olur. Bulursa benim gibi, her mâniayı çiğneyerek, bir inzicâb-ı tabii ile müştakına kavuşmak ister. Ben sizin, yalnız sizin için yaratılmışım. Hayatımı ikmal ediniz. Ben sizsiz yaşayamam. Sizin şu narin libasınızdan yayılan rayiha benim ruhumdur… Saçlarınızın rengi benim ruhumdur… Harmaninizin katmerleri benim ruhumdur… Şu küçücük ayaklar benim ruhumdur… Bütün handeleriniz, düşünceleriniz, ümitleriniz, şuhluklarınız benim ruhumdur. Ben yalnız sizin için yaratılmışım.