baygın bir rüzgâra karışarak, sert kayalara çarpıp denize dökülüyordu. Hayat bu zulmet-i feryadkârın içinde tedarik-i gıda ve imâte-i zaman için kâh sibâ’âne bir cüret ve kâh vahşi bir ihtiraz ile titrerdi.
“Ormanın sahile karîb bittiği noktada münzevi bir kayanın kenarında bir erkek gölgesi, hareketsiz, gam-gîn iri gözlerini akşamın bu ıssız vaktinde görünen zühreye dikmiş duruyordu. Çehresinin işmizâzlarını teskin eden teneffüsât-ı leyl-i samût, damarlarında mesut bir sıhhatin cevelan ettiğini ihsas ediyordu. Omuzlarından sarkan kara saçları, kapanık bir gecede karanlık duran bir bataklığın hareleri gibi siyah ve menevişli bir parıltı neşrediyordu.
Bu gölge şimdi kollarını çaprastladı. Derinden boğuk boğuk işitilen bir arslanın homurtularla kükreyişlerini bir zehr-hand ile dinlemeye başladı.
Cezire-i Serendib’den, Hindistan sahili boyuyla Arz-ı Babil’e hicret etmek isteyen sal halkının bir kısmı senelerce çektikleri mezahimden bitâb, Ceziretü’l-Arab’ın cenub-ı garbında, hâli bir adaya düşmüşlerdi. Yolda, ekser rüfekası gibi fırtınalardan helak olmuş reislerinin henüz pek küçük olan oğlu Hârâ yedi refikiyle kurtulabilmişti. Aile erkânından salda seyahat etmekte olan birkaç kadın dahi mezahim-i seferiyeye tahammül edemediklerinden yolda kalmışlardı. O zaman Hârâ dört yaşındaydı. Canlarını kurtaran yedi kişi, reislerinin evladını da tahlis ettiler. Onları bu adaya gömülmeye ebediyen mahkûm eden talihe rağmen, bu küçük yavruyu hayat-ı mesude-i sabıkalarının bir yadigârı gibi itinalarla büyüttüler. Salda ne kadar âlât ve esliha kalmış ise alarak adaya çıktıkları sırada ilk meşgaleleri Hârâ’yı hıfz edecek bir bucak taharrisi idi.
Buldukları mağaraya mâmut gibi, pars, zerd gibi sibaaın tehacümünden emin olacak bir metanet verdiler. Bu yedi kişinin biri daima Hârâ’nın yanında muhafız olarak kalır; diğerleri sürü ile ava çıkarlar ve getirdikleri ceyran ve yaban keçisi sütleriyle çocuğu beslemeye çalışırlardı. Hârâ büyüyordu. İlk hissiyatı, birinci endişesi kendini yırtıcı hayvanlardan muhafaza etmek ve onlarla çarpışmak oldu. Daha altı yaşında iken mağaranın önünde, ona doğru uçan bir kuşu fırlattığı bir kaya ile yere düşürmesi muhafızları için bir meserret-i uzmâ teşkil eylemişti. Hârâ kuvvetini kâfi gördüğü rast gelen her şeyi kırar, koparır, öldürür, ezerdi. Ağaçların üstlerinde tesadüf ettiği kuş yuvalarını bozar, yumurtalarını tahrip eder ve yavrularını boğardı.
Bir gün eteğinden geçen bir geyiği, başına yuvarladığı bir taş darbesiyle düşürmüş ve sürükleyerek mağaraların deliğine kadar getirip rüfekasının önüne bir nümâyiş-i mütecellidâne ile çekivermişti. Bu geyiğin başını mağaranın kapısına astılar. Hârâ kendi eliyle soyduğu, kuruttuğu derisinden kendisine bir post ve elbise kesti.
Yalçın kayalıklar, mahûf bir çirkinlikle adanın her tarafından küme küme fırlamıştı. Abanoz ve çınar gibi sert ağaçlı ormanların altında, kamışların arasında boğa yılanlarının ıslıkları, geceleyin bir rüzgâr uğultusu gibi uluyarak dağılırdı. Her yer dikenlik, her taraf taşlık… Bazı geceler çıkan kasırga ile bu kavi ağaçları yekdiğerine birer kadîd gibi çarpıp, kumları ve sahildeki çakılları bir toz yığını hafifliğinde şakırtılarla önüne katarak yuvarladığı sırada kaplanların, mamutların çılgın çığlıkları adayı Umman-ı Hindî’nin ka’rına doğru sürükleyip, fırlatacak bir mah-şer-i heyecan hasıl ederdi. O zaman bu kehf-i inzivayı bir hevl-i amîk istila ederdi. Hârâ ve arkadaşları yekdiğerine ittika ile ümitsizlikler, takallüsler, nefrinlerle bu gulgule-i vahşeti dinlerler ve acı acı sırıtırlardı.
Bir gece yağan yağmurun kuvvetli selleri, mağaranın çatlaklarından girerken çakan şimşeğin, düşen yıldırımın ormanı tutuşturduğu görüldü. Bir yanardağ şiddetiyle yanan adanın ortasından, uluyarak, kükreyerek, sürü sürü kaçan arslanların, fillerin birçoğu, bu hengâmeyi seyr için dışarı fırlayan Hârâ ve arkadaşlarının zehirli oklarıyla devrildiler.
Her yer dikenlik, her taraf taşlık… Bu yedi kişinin her biri tedârik-i maişet için sabahleyin dağılır ve cümlesinin dikenlerden elleri, yüzleri ve taşlardan ayakları sıyrılmış, yarılmış, tırnakları çatlamış olarak akşama avdet ederlerdi. Bütün bu yaralar yıkanıp sarılırken arkadaşlarının en ihtiyarı, yanlarında bir kadın elinin eksikliğini hissediyor ve mağara kapısının önündeki taşın üstüne oturup, başını sallayarak ve alnına düşen ak saçlarını titreterek, ummanın muannit ve hırçın dalgalarına doğru yumruklarını sıkıp, berelenmiş göğsünü açarak talie lanetler ediyordu.
Hârâ’nın kızgın bir güneş altında, dikenli bayırları tırmanmaktan, yırtıcı hayvanlarla çarpışmaktan, taşlar, çalılar arasında gezmekten elleri katılaşmış, göğsü katılaşmış, derileri meşinleşmiş, çehresi yanmış, tırnakları taş kesilmişti.
Her taraf dikenlik, her yer taşlıktı… Bazen birdenbire damarlarındaki kanın feveran ettiğini duyar ve hemen gece yarısı sair fi-l menâm bir şair hicranıyla nâmütenahiliğin bir kenarında, bir taşın üstüne oturur, rüyalarını tekrar ederdi. Ve bazen olurdu ki bu kadar vahşet ve hiddete rağmen bir mürg-i seherî garipliğiyle fecr-i hayaletindeki ruhunun jalelerini toplaya toplaya yürürdü. İşte o zaman, siyah gözlerinin fırtınalı bir akşam gölgesinin titreyişine benzer ihtilacı vardı ki…
Hârâ yirmi yaşının hecmat-ı hissiyatına mağlub ve münfail, ekseri geceleri dağbaşlarında, ağaç üstlerinde geçirirdi. Bir akşam mahmûm ve muhtelic kehf-i inzivasına girdi. Yatağa düştü. Üç gün bîhûş kaldı. Hastalığında, geceleri ateşler içinde sayıklamalarla kıvranıp hararetten dudakları kavrulurken, istediği suyu vermeleri için arkadaşlarını uyandırmaya eninleri kifayet etmiyordu. Bu sırada uyanan en ihtiyarları damarları çıkmış kollarını gererek ve gerinerek: “Ah bir kadın!.. Bir kadın!..” diye Hârâ’yı tedavi ederdi. Hârâ nekahete giriyordu. Bir akşam arkadaşları yatağının etrafında otururken, unutulmuş eski bir terennüm bu ihtiyarın dudakları arasından döküldü:
“Ömr-i insanî bir uyku, aşk onun rüyasıdır!”
Hârâ soruyordu:
“Ömr nedir?”
İhtiyar cevap verdi:
“Aşk!”
“Aşk nedir?”
“Kadın!”
Hârâ ta’mîk, ihtiyar tavzih ediyordu. Artık bu genç biliyordu ki hayat daima böyle katı ve dikenli değildi; böyle yırtılmaklardan başka bir de okşanılmaklar vardı. Genç, bundan sonra arkadaşları ile o kadar ihtilat etmiyordu. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu. Ve gündüzleri onu kimse görmüyordu. İzbe bir yere çekilmiş, bulduğu bir mermer parçasını, tedarik eylediği demirlerle, ihtiyarın tasvirine mümasil, hayalhane-i dimağında tecemmül eden tarzda yontmaya başlamıştı. Bir baş yaptı. Göğsünü hakketti. Ellerini meydana çıkardı. Adada çakılların arasında, deniz kenarında, ırmakların kıyılarında pek mebzul olan zümrüt, elmas, la’l, yakut gibi parlak taşları topladı. Bu heykelin önüne attı; gözlerini beyaz ve siyah elmastan, dişlerini inciden, dudaklarını ve tırnaklarını la’lden, yakuttan yaptı. Bununla bir sene ihtiraslar, ümitler içinde uğraştı, uğraştı, uğraştı… Bir gün arkadaşları gelip heykeli görünce şaşırdıkları zaman, ihtiyar güldü. Ve hakikatten pek uzak olduğunu söyledi. Hârâ için bu heykel bir bedia-ı hayaliye idi. Genç hissiyatındaki tekmil kuvveti bu mermere hasr etmişti. Sabahtan akşama kadar gözlerini buna diker, dalar ve o derece kendini kaybederdi ki arkadaşları yemek zamanı kendisini zorla buradan çekerlerken, Hârâ bu heykele kollarını açar, dudaklarını uzatırdı.
Böylece