Зия Гёкальп

Türkçülüğün Esasları


Скачать книгу

şairleridir. Tekkeler de birer halk mabedi olduğu için, buralarda doğan ilahilerle nefesler de halk edebiyatına, binaenaleyh Türk edebiyatına dahildir. Yunus Emre ve Kaygusuz’la Bektaşi şairleri bu zümreye dahildir. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdî hikâyelerle romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga manzumelerden mürekkeptir. Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairiyle, Fransız devrinde bir Fransız şairiyle mütenazırdır. Fuzuli ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle, Osmanlı edipleriyle şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, hepsi mukallittir, hepsinin eserleri bedii ilhamdan değil, zihnî hünerverlikten doğmuştur. Mesela nekregûluk (humour) nokta-i nazarından bu iki zümreyi mukayese edelim: Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları halkın nekregûlarıdır, Kani ile Süruri ise Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Tabii nekrelikle suni mizah arasındaki fark bu karşılaştırma ile meydana çıkar.

      Karagöz’le orta oyununa gelince, bunlar da halk temaşası yani, ananevi Türk Tiyatrosu”dur. Karagöz’le Hacivat’ın muarazaları, Türk’le Osmanlının yani o zamanki harsımızla medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.

      Ahlakta da aynı ikiliği görürüz. “Türk ahlakı” ile “Osmanlı ahlakı” birbirine zıt gibidir. Mahmud-ı Kaşgari Divan-ı Lugati’t Türk maddesinde, Türkleri muhtasaran tarif ediyor. Diyor ki: “Türk’te tasallüf ve tefahür yoktur. Türk büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar yaptığı zaman, bir fevkaladelik yaptığından habersiz gibi görünür.” “Cahiz” de Türkleri aynen bu suretle tefsir ediyor: ”Osmanlı enmüzecine bakarsak, eski şairlerinde fahriyelerin, yeni ediplerinden tasallüf ve tefahürlerin hâkim olduğunu görürüz. Servetifünun mektebi Osmanlı edebiyatının en parlak devridir. Bu mektebe mensup olan ediplerle şairler ekseriyetle reybî, bedbin, ümitsiz, hasta ruhlar suretinde tecelli etmişlerdir. Hakiki Türk ise yakinli, nikbin, ümitli ve sağlamdır.”

      Hatta ulemamız arasında da bu ikiliği görürüz. Osmanlı ulemasının ananevi unvanı “ulema-yı rüsum” idi. Anadolu’daki ulema ise “halk uleması” idi. Birinciler rütbeli, fakat cahil idiler. İkinciler ilimli, fakat rütbesiz idiler. Siyaset ve askerlik sahasında büyük bir dâhi olan Afşarlı Nadir Şah bütün Müslümanları Sünnilik dairesinde birleştirmek ve umum sultanları Osmanlı padişahının riyaseti altına sokmak için müzakerede bulunmak üzere, İstanbul’a dinî ve siyasi bir heyet göndermişti. İstanbul’da bu heyetle müzakereye ulema-yı rüsum’u memur ettiler. İranlı ulema heyeti, bunlara söz anlatmaktan âciz kalınca sadrazama müracaat ederek dediler ki: “Bizim siyasi hiçbir rütbemiz, ilimden başka payemiz yoktur. Hâlbuki müzakerede bulunduğumuz zatlar büyük rütbeli zevat olduklarından, huzurlarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz ulema ile görüştürürseniz çok memnun oluruz.” Ragıb Paşa’nın “Tahkik-i Tevfik” adlı kitabında naklettiği bu mevsuk vakıa gösteriyor ki Nadir Şah’ın ilmî heyeti, Osmanlı ulemasına değil, Türk ulemasına kıymet veriyordu.

      Eski devirlerin hatta siyasi ve askerî muvaffakiyetleri de halk arasından çıkmış cahil ve ümmi paşalara aittir. Bilahare, Ragıb Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı maarifinde yüksek bir mevki ihraz edenler hükûmetin başına geçince, işler bozulmaya başladı. Mamafih, bu içtimai ikilikler yalnız fikrî faaliyetlere mahsustu. O zamanlar el işi avama mahsus sayıldığından, havas sınıfı tekniklerin bütün nevilerinden uzak duruyordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, hakkâklık, mücellitlik, tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çulhalık, ressamlık, nakkaşlık gibi amelî tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki, umumiyetle yüksek bir bediiliği haiz olan bu sanatlara münhasıran Türk sanatı namını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin unsurları değil, Türk harsının unsurlarıydı. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın mahsullerini milyonlar sarf ederek parça parça topluyor. Avrupa’nın, Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da bu Türkperestliğe “Turquerie” namı verilir. Avrupa’nın hakiki mütefekkir ve sanatkârları mesela Lamartine’leri, Auguste Comte’ları, Pierre Laffite’leri, Mismer’leri, Pierre Lotti’leri, Farrère’leri Türk’ün samimi sanatına, mahviyetli, gösterişsiz ahlakına, derin ve taassupsuz diyanetine, hülasa, kanaat ve teslimiyetle beraber daimî bir nikbinlik ve mefkûrelilikten ibaret olan fakirane, fakat mesudane hayatına meftundurlar. Lakin bunların âşık oldukları şeyler, Osmanlı medeniyetine dahil olan usuli ve taklidi eserler değil, Türk harsına mensup olan ilhami ve orijinal eserlerdir.

      Yalnız memleketimize mahsus olan bu garip vaziyetin sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki enmüzeç, Türk enmüzeci ile Osmanlı enmüzeci, birbirine bu kadar zıttır? Niçin Türk enmüzecinin her şeyi güzel, Osmanlı enmüzecinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı enmüzeci Türk’ün harsına ve hayatına muzır olan emperyalizm sahasına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfaatini millî menfaatin fevkinde gördü. Filhakika, Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti siyasi dairesine aldıkça, idare edenlerle idare olunanlar ayrı iki sınıf hâline giriyordu. İdare eden bütün kozmopolitler “Osmanlı sınıfı”nı, idare olunan Türkler de “Türk sınıfı”nı teşkil ediyordu. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini milleti hâkime suretinde görür, idare ettiği Türklere milleti mahkûme nazarıyla bakardı. Osmanlı, Türk’e daima “eşek Türk” derdi. Türk köylerine resmî bir şahıs geldiği zaman, “Osmanlı geliyor!” diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın zuhuru bile bu ayrılıkla izah olunabilir.

      Şah İsmail’in dedesi olan “Şeyh Cüneyd” Oğuz boyları arasında “Evlat mı akdemdir yoksa ashap mı?” diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları Oğuz Han’ın evladı ve Kayıların amcazadeleri değil miydiler? Nasıl oluyordu da padişahın enderundan çıkan devşirmelerden mürekkep olan ashabı bunlara takdim ediliyordu? O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki mazlumiyetini vaktiyle ehlibeytin uğramış olduğu mazlumiyete benzetiyorlardı. O zaman Türkmenlerin büyük bir kısmı bu müşabehete aldanarak baba ocağından ayrıldılar. Kendi kendilerine ayrı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir mabet yaptılar.

      Mamafih, dinen Osmanlılardan ayrılmamış olan Sünni Türkler de, harsen Osmanlı İmparatorluğu’na tabi olmadılar. Bunlar da kendi kendilerine millî bir hars yaparak, Osmanlı medeniyetine karşı tamamiyle lakayıt kaldılar. Osmanlı medeniyetinin güzidelerine “havas” denildiği gibi, Türk harsının da ozanları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki memleketimizde iki türlü güzide mevcuttu. Bunlardan birincisi, sarayı temsil ediyordu. Bu zümrenin maişetini temin eden de saraydı. Mesela Osmanlı şairleri saraydan caize almakla geçindikleri gibi, Osmanlı musikişinasları da sarayın verdiği ihsanlarla, maaşlarla geçinirlerdi. Halkın saz ve söz şairleri ise, halkın hediyeleriyle yaşarlardı. Ulema-yı rüsum namını alan Osmanlı uleması kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk diniyatçılarını ise yalnız halk beslerdi. Bu sebeple, güzel sanatlarda vesair sanayide rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve Ahi babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve daima halk ve Türk kalırlardı.

      Görülüyor ki; hars ile medeniyeti birbirinden ayıran, harsın bilhassa duygulardan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır. İnsanda duygular usule ve iradeye tabi değildir. Bir millet diğer milletin dinî, ahlaki, bedii duygularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamiyetten evvelki dininde Gök Tanrı mükâfat tanrısıdır. Mücazata karışmaz. Mücazat ilahı “Erlik Han” isminde başka bir üsturevi şahsiyettir. Tanrı yalnız cemal sıfatıyla tecelli ettiği için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrı’ya karşı korku hissiyle mütehassis olmazlardı. İslamiyetten sonra, Türklerde muhabbetullahın galip olması bu eski ananenin devamından ibarettir. Türklerde mahafetullah pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki