Зия Гёкальп

Türkçülüğün Esasları


Скачать книгу

memleketimizde hars denilen şey yalnız halkta mevcuttur. Güzideler henüz harstan nasiplerini almamışlardır. O hâlde harstan mahrum bulunan güzideler, harsın canlı bir müzesi olan halka, ne suretle hars götürebilecekler? Meseleyi halledebilmek için evvela şu noktalara cevap verelim: Güzideler neye maliktir? Halkta ne vardır? Güzideler medeniyete maliktir. Halkta hars vardır. O hâlde, güzidelerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir: 1) Halktan harsi bir terbiye almak için, halka doğru gitmek 2) Halka medeniyet götürmek için, halka doğru gitmek.

      Filhakika, güzidelerin halka doğru gitmesi bu iki maksat içindir. Güzideler, harsı yalnız halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamazlar. Demek ki halka doğru gitmek, harsa doğru gitmek mahiyetindedir. Çünkü halk, millî harsın canlı bir müzesidir.

      Güzidelerin çocukken aldıkları terbiyede millî hars yoktu. Çünkü içinde okudukları mektepler “halk mektebi” değildi. “Millî mektep” değildi. Bu sebeple memleketimizin güzideleri millî harstan mahrum olarak, gayrimillîleşerek yetiştiler. Şimdi bu eksikliği tamamlamak istiyorlar. Ne yapmalıdırlar? Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, yaptığı cümlelere dikkat etmek; söylediği darbımeselleri, ananevi hikmetleri işitmek; düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslubu zapt etmek; şiirini, musikisini dinleyerek raksını, oyunlarını seyretmek; dinî hayatına, ahlaki duygularına nüfuz etmek; giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek, bundan başka halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, tandırname adı verilen eski töreden kalma akidelerini öğrenmek; halk kitaplarını okumak; Korkut Ata’dan başlayarak âşık kitaplarını, Yunus Emre’den başlayarak tekke ilahilerini, Nasreddin Hoca’dan başlayarak halk nekreciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Karagöz’le orta oyununu aramak bulmak lazımdır. Halkın cenknameler okunan eski kahvelerini, ramazan gecelerini, cuma arifanelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bayramlarını yeniden diriltmek, canlandırmak lazım. Halkın sanat eserlerini toplayarak millî müzeler vücuda getirmek lazım. İşte, Türk milletinin güzideleri, ancak uzun müddet halkın bu millî hars müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tamamiyle Türk harsıyla meşbu olduktan sonradır ki “millîleşmek” imkânına nail olabilirler. Rusların en büyük şairi Puşkin, bu suretle millîleştiği içindir ki gerçekten bir millî şair oldu. Dante, Petrark, Jean Jacques Rousseau, Goethe, Schiller, D’Annunzio gibi millî şairler hep halktan aldıkları feyizler sayesinde sanat dâhileri oldular. İçtimaiyat ilmi de bize gösteriyor ki “deha” esasen halktadır. Bir sanatkâr, ancak halktaki bedii zevkin tecelligâhı olduğundan dolayı dâhi olabilir. Bizde dâhi sanatkârların yetişmemesi, sanatkârlarımızın bedii zevklerini halkın canlı müzesinden almamaları dolayısıyladır. Bizde şimdiye kadar halk bediiyatına kim kıymet verdi? Eski Osmanlı güzideleri, köylüleri “eşek Türk” diye tahkir ederdi. Anadolu şehirlileri de “taşralı” tabiriyle tezyif olunurdu. Umum halka verilen unvan “avam” kelimesinden ibaretti.

      Havas, yalnız sarayın bendelerinden mürekkep bulunan Osmanlı güzideleriydi. Halka kıymet vermedikleri içindir ki bugün bu eski güzideler sanatının ne lisanı, ne vezinleri, ne edebiyatı, ne musikisi, ne felsefesi, ne ahlakiyatı, ne siyasiyatı, ne iktisadiyatı hasılı hiçbir şeyi kalmadı. Türk milleti, bütün bu şeylere yeniden her birinin elifbasından başlamak mecburiyetinde kaldı. Bu milletin yakın bir zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona “Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de bir ad isteme! Millî bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun.” demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusuyla “Vallahi Türk değilim, Osmanlı’dan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim.” demeye mecbur edilmişti. “Boşo”ya karşı bu sözü her gün söyleyen mebuslarımız vardı.

      Fakat bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki her ne yapsalar, bu yabancı millet Osmanlı camiasından ayrılmaya çalışacaktır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan suni camiaların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. Şüphesiz, Avrupa’nın garbında beş yüz seneden beri başlayan bu içtimai tekâmül hareketi mutlaka, şarkında da başlayacaktı. Cihan Harbi’nde Rusya, Avusturya, Osmanlı imparatorluklarının yıkılması da gösterdi ki bu içtimai kıyamet pek yakınmış. Acaba Türkler, bu içtimai mahşer meydanına kendilerinin de “Türk” adlı bir millet olduklarını, Osmanlı İmparatorluğu içinde kendilerinin de hususi bir vatanları ve millî hakları bulunduğunu bilmeyerek, anlamayarak çıkmış olsaydılar, şaşkınlıktan ne yapacaklardı? Yoksa “Mademki Osmanlılık yıkıldı, bizim artık hiçbir millî ümidimiz, hiçbir siyasi emelimiz kalmadı” mı diyeceklerdi? Evvelce Türkçülüğe lakayıt kalan bazı insaf sahibi Osmanlıcılar, Wilson prensipleri ortaya atıldıktan sonra, “Türkçülük bize, Osmanlı İmparatorluğu’ndan müstakil, hususi ve millî bir hayatımız, hudutları etnografi ilmi tarafından çizilmiş millî bir vatanımız, bu vatanda kendimizi tam bir istiklalle idare etmekten ibaret olan millî bir hakkımız olduğunu vaktiyle birçoğumuzun zihnine ve ruhuna yerleştirmiş olmasaydı, bugün hâlimiz ne olacaktı?” demeye başladılar. Demek ki yalnız bir tek kelime, mukaddes ve mübarek “Türk” kelimesidir ki bu hercümerç içinde doğru yolu görmemize sebep oldu.

      Türkçüler, güzidelere yalnız milletlerinin adını öğretmekle kalmadılar, onlara milletin güzel lisanını da öğrettiler. Fakat verdikleri ad gibi bu öğrettikleri güzel lisan da halktan alınmıştı. Çünkü bunlar yalnız halkta kalmıştı. Güzideler zümresi ise, şimdiye kadar bir “sair-fi’l-menam” hayatı yaşıyordu. Sair-fi’l-menamlar gibi iki şahsiyet sahibi olmuştu. Hakiki şahsiyeti “Türk” olduğu hâlde sair-fi’l-menamlık vehmi içinde kendini “Osmanlı” tanıyordu, öz lisanı Türkçe olduğu hâlde, sair-fi’l-menamlar gibi hastalık neticesi olarak suni bir dil kullanıyordu. Şiirde de kendi samimi vezinlerini bırakarak Acem’den aldığı taklit vezinlerle terennüm ediyordu. Türkçülük, tedavi-bi’l-ruh mütahassısı bir tabip gibi bu sair-fi’l-menama Osmanlı olmayıp Türk olduğunu, lisanının Türkçe ve vezinlerinin halk vezinleri bulunduğunu telkin etti. Hayır, telkin değil, hakiki tabiriyle, onu ilmî delillerle ikna etti. Bu suretledir ki, güzideler suni somnanbul hâlinden kurtularak normal bir surette düşünmeye ve duymaya başladı.

      Конец ознакомительного фрагмента.

      Текст предоставлен ООО «Литрес».

      Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

      Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

/9j/4AAQSkZJRgABAQEASABIAAD/2wBDAAMCAgICAgMCAgIDAwMDBAYEBAQEBAgGBgUGCQgKCgkICQkKDA8MCgsOCwkJDRENDg8QEBEQCgwSExIQEw8QEBD/2wBDAQMDAwQDBAgEBAgQCwkLEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBAQEBD/wgARCAGuASwDAREAAhEBAxEB/8QAHQAAAgIDAQEBAAAAAAAAAAAABAUCAwEGBwAICf/EABsBAAMBAQEBAQAAAAAAAAAAAAABAgMEBQYH/9oADAMBAAIQAxAAAAHr/peItvN1zdjDHqrmqHK/p5S5pd08NN5gta105Zci6xJO8zIKGc1Kz04hS5MRMKpu2Ly5IzHWHX6NoCmqkTYqE0yY5a11mXj1aV6XmslA5Rk0FUnRqh6OahqjSKm