Омер Сейфеддин

Beyaz Lale


Скачать книгу

’IN KARISI

      Yarım Mizah

      O gün İstanbul’da kalsam bile hiçbir iş yapamayacaktım. Müthiş, acı, anlatılmaz bir sinir nöbeti yine beni kıvrandırıyordu. Bu korkunç hâli bilmeyenler ne kadar mesutturlar! İnsanın birdenbire bütün ümitleri, bütün zevki, bütün neşesi kaybolur. Gözünün önünde hayat hava, ufuk, her şey kararır. Dostlar düşman görünür. Sevgililerden nefret edilir… Ben işte bu sinir denilen ateşsiz cehennemin içine düşünce kendimi kırlara atarım. Tenha korular, sevinçli mazilere benzeyen gölgeli yollar, dallarda geçmiş bir saadetin canlı hatıraları gibi uçuşan kuşlar bana ilahi bir teselli füsunu ile tesir eder; hafiflerim. Beynimdeki ağırlık yumuşar. Şakaklarımın ateşi söner.

      O gün yine böyle perişan bir hâldeydim. Hafiflemek, beynimdeki granit ağırlığını yumuşatmak, başımın kaynayan hararetlerini söndürmek için bir Boğaziçi vapuruna atladım. İlkbahardı. Tatlı bir rüzgâr esiyor… Vapur ilerledikçe aklım başıma geliyor gibi oluyordu.

      Açılıyordum…

      Güvertedeydim; görülmemiş kuşlara mahsus beyaz, pembe, mor yalılara, yeşil korulara, mavi tepelere bakıyordum. Gözlerimdeki kırmızı karanlık silindikçe kulağım da işitmeye başladı. Dizlerimde, bileklerimde, omuzlarımda yorgun ağrılar hissediyor, geniş geniş gerinmek istiyordum. Biraz doğruldum. Başımı sağa çevirdim; müthiş, iri, kıpkırmızı bir Alman yanıma oturmuş, gayet beyaz bir keten mendille terini siliyordu. Birbiri üstüne attığı bacaklarına, kalın dizlerine, dokunulsa kan fışkıracak sanılan tombul ellerine baktım. Sonra gözlerimi sararmış ellerime, takallüs etmiş dizlerime çevirerek…

      “Ah, ne sıhhat!” dedim. Hem gayriihtiyari düşünmeye başladım, işte bu, sinirleri kas içinde kaybolmuş kavi, gürbüz bir mesuttu! Kim bilir ne güzel yiyor, ne iştiha ile içiyor, ne kadar kolaylıkla hazmediyordu. İnce ceketinin üzerinden kalın vücudunun kabarıklığı belli oluyor, sağ cebinden kocaman bir gazete tomarı görünüyordu. Bir rüya kadar rabıtasız, intizamsız tedailerle Almanya’yı, Almanlıktaki sırrı, Almanların sıhhatini, saadetini, neşelerini hatırlıyordum. Bu nasıl bir milletti! Kendi gibi fertleri de kavi, muntazam, mesuttu!

      İşte şu yanımda oturan, tıpkı nöbet bekleyen bir askerdi. Sivil esvap giymiş bir asker… Mendilini devşirdi. Büyük bir intizam ile iki kat, dört kat, sekiz kat, nihayet on altı kat yaptı. Cebine koydu. Gazetesini okumaya başladı. Vapur, biraz sonra, bir iskeleye yanaşıyordu. Çıkmak için kalkanlardan bir Türk, bu can, bu kan abidesine doğru geldi. Gayet arsız bir Türkçe ile:

      “ Vay, Fon Sadriştayn…” diye haykırdı. “Nereye böyle?”

      “Tarabya’ya.”

      “Ne yapacaksın?”

      “Almanya’dan bizimkinin bir akrabası gelmiş.Onun adresini anlayacağım.”

      O kadar güzel Türkçe söylüyordu ki insan vücudunu, yüzünü görmese, ismini işitmese, şivesine aldanacak, Türk diyecekti. Vapur tekrar kalktı. Alman gazetesine devam etmedi. Mendili gibi dikkatle katlayıp cebine koydu. Sahillere bakmaya başladı. Bilmem nasıl oldu, nazarlarımız birbirine çarptı. Mavi, iri, biraz kanlı Alman gözleri. Fakat o kadar sevimli, o kadar hoş ki…

      Ben, arkamdan bile birisinin bana baktığını hisseder, rahatsız olurum. Herkes benim gibi midir bilmem! Artık mor tepeli, beyaz yalılı, cennet sahillere bakamıyor, Alman’ın gözlerini üzerimde hissediyordum. Evet, bana bakıyordu. Hissimde yanılmamak için yavaşça gözlerimi çevirdim. Hemen onun gözlerini gördüm; gülüyordu. Ağzıyla değil, bütün yüzüyle, bütün vücuduyla gülüyordu:

      “Beni tanıyamadınız mı?” dedi. Şaşırarak:

      “Hayır.” dedim.

      “Hâlbuki ben sizi tanıdım.”

      “Yanılıyorsunuz, Her.” diye gülümsedim. “Benim hiçbir Alman tanıdığım yoktur.”

      “Ben Alman değilim.”

      “Nesiniz?”

      “Türk…”

      “Hâlbuki isminiz?”

      “Ha, ismim.” diye lafımı kesti. “Demin benimle konuşan gevezeden işittiniz. Fon Sadriştayn, değil mi? Bu benim ismim değil, lakabımdır. Benim isimim ‘Sadrettin’dir. Çok zayıflamışsınız amma, yine sizi tanıdım. Ben sizin sınıf arkadaşınızım.”

      Dikkatle tekrar yüzüne baktım. Hayır, hayır… yanılıyordu! Ben böyle bir Herkül’ü mektepte değil, hatta bütün hayatımda görmemiştim. O ne göğüstü Yarabbi!

      “ Yanılıyorsunuz efendim, dedim, mektepte iken arkadaşlarımın en uzun boylusu, en kuvvetlisi bendim. Sizin gibi iri yarı, dev gibi bir adam, mektebimizde değil hatta memleketimizde yoktur.”

      ………

      Alman gülmeye başladı:

      “Biraz haklısınız, dedi, fakat benim vücuduma bakmayınız. Gözlerime bakınız. Mektepte İken, hatta iki üç sene evvel ben son derece cılızdım. Mektepte siz, bütün arkadaşlarım benim cılızlığımla eğlenir, arkamdan hep ‘ Yuha! Serçe Pehlivan…’ diye haykırdınız. Serçe Pehlivan! Şimdi hatırlıyor musunuz?”

      ! ! !

      Ağzım bir an açık kaldı. Kollarım yanıma düştü. Öyle büyük, öyle hayalin kabul edemeyeceği bir hayret içindeydim ki… Kendimi toplayamıyordum. Mazinin birden önüme açılan hatırası içinde Serçe Pehlivan’ı, Sıska Sadrettin’i gördüm. İri mavi gözlü, ince, zayıf, bitkin bir çocuk! Jimnastik muallimi onu derste daima bir tarafa ayırır: “Sen, yalnız seyret oğlum.” derdi. O kadar zayıftı ki, muallim eğer barfikse asılacak olursa, kollarının mutlaka kopacağını söylerdi. Hayır, hayır… Bu mümkün değildi. Sıska Sadrettin, yürümeye, lakırdı söylemeye, gülmeye üşenen Serçe Pehlivan… Gayriihtiyari başımı sallıyor:

      “Hayır, hayır.” diyordum.

      Alman:

      “Vallahi ben işte, Serçe Pehlivan’ım!” dedi.

      Fakat nasıl oluyordu? Bu mümkün müydü? İnsan bu kadar değişebilir miydi? Her şeyin bir hududu vardı. Bir sıska ne kadar kuvvetlense bir Herkül, bir sıhhat heykeli olamazdı.

      Güldüm, dudaklarımı kıvırdım:

      “O hâlde abıhayat içmiş olmalısınız.”

      “Evet, abıhayat içtim.” dedi. “Fakat Hızır aleyhisselamınki gibi, hiç sabahı olmayan gecelerin içinden aylarca giderek bulunmuş gizli bir membadan değil…”

      “Ya nereden?”

      “Kırk sekiz saatlik bir yerden, Almanya’dan!”

      Bu laftan bir şey anlamadım. Anlamadığımı o da gördü, güldü.

      …

      “Açık söyleyeyim.” dedi. “Almanya’ya gittim. Bir Alman kızıyla evlendim. Alman kadınının ne olduğunu siz bilmezsiniz. Bütün Almanya, bütün Almanlık, bütün Almanlığın zenginliği, Alman ordusunun kuvveti Alman kadınının eseridir… Ben Alman kadınıyla evlenmezden evvel tartılır, tamam otuz okka gelirdim. Bugün doksan beş kilo geliyorum. ‘Almanya’nın yirmi milyon nüfusunu yarım asırda altmış yetmiş milyon yapan’ Alman kadını, beni de üç sene içinde otuzdan doksan beşe çıkardı. Eğer Alman kadınını tanısanız buna asla şaşmaz, belki pek tabii görürdünüz.”

      ………….

      Hararetle Alman kadınını anlatırken dolgun bileklerine, geniş kalçalarına, iri göğsüne, kaim boynuna, kıpkırmızı yüzüne bakıyor, mektepteki mahut sıska, solgun “Serçe Pehlivan”dan böyle bir harikanın nasıl zuhur edebileceğimi düşünüyor, bir türlü gözlerime, kulaklarıma inanamıyordum. Lafını kestim:

      “Rica ederim, nasıl Almanya’ya gittiniz? Nasıl evlendiniz? Nasıl abıhayat içtiniz? Şunları anlatınız. Almanya’ya dair malumatım var. Nafile zahmete girmeyiniz.” dedim.

      Fon Sadriştayn:

      “Pekâlâ, gayet basit!” diye başladı anlatmaya… Dinlerken sinirleniyor, göğsümde sıkıcı bir ağırlık duyuyordum.

      “Mektepten çıktıktan sonra seninle hiç tesadüf etmedik. Dışarı gittiğini işitmiştim. Benim başıma neler geldi, neler… Hükûmet dairelerinde, kalem müdürlerinden, mümeyyizlerinden, kapıcılardan hiçbir tanıdığımız