Memeden kesilir kesilmez düşünmeye ve yazmaya başladığı gayrimatbu altı yüz bin sayfalık eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölmeye mahkûmdu. Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumi bir idare ile değil, şahsi arzularla hareket edecek ve o vakit ortada yalnız “insanlık” kalacaktı. Fakat Avrupa’daki cemaat ruhlarının iflasına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz ve idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri, işte bu insaniyet gayesine yüzlerini çevirmişlerdi. Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlıları, yani Bulgarları, Sırpları, Rumları, Arnavutları pek iyi tanımıştı. O vakitki bu gayri Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet ve din hususundaki taassuplarına bakar, içinden:
“Ne dar kafalı herifler!” derdi.
Bununla beraber Kozmidi1 ile canciğer sevişirdi. İntihabat esnasında Boşo’yu2 halka “Sağlamdır… Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır.” diye takdim etmişti. “Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun yine kanun, sonra yine kanun…” davasını şimdi Arnavut Krallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık “Elhamdül BakonVel Spenser”3 bu millî ve taassup unsurları Osmanlılığın içinden çıkmışlardı. Araplar Arabistan’da ve Türkler Anadolu’da hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Ve Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebi coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk’ün varlığına inanmaz:
“Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler!” derdi. “ ‘Memaliki Osmaniye’ye haksız olarak ‘ Türkiye’ dedikleri gibi Anadolu ahalisine de hep ‘Türk’ diyorlar.” Ve faydasız mütalaayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malumatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malumatın verdiği kati itimat ile gülerdi:
“Anadolu’da on beş milyon Türk ha… Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler, Anadolu’ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar üreyip çoğalamazlar…”
Hâlâ mekteplerde okutulan, içinde “Türk ve Turan” kelimesi geçmeyen küçük “Fezlekei Tarihi Osmanî” kitabından başka tarih görmediğinden, Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu’nun baştan aşağıya kadar Türk milleti ile dolu olduğunu bilmezdi. Selçukileri Acem zannediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyla Rum’du. Çünkü ora ahalisine verilen “Efe” ismi Rumca eski ve genç kahramanlara verilen “Efet” kelimesinden çıkmamış mıydı? Ve Milliyetperverlerin “ Türk” yapmaya çalıştığı Türk- Osmanlı nüfusu, karmakarışık, kendi tabirince “Mağşuşülmilliye” bir heyetti. Bunlara millî ve dinî bir mefkûre vermek, müşterek insanlığa karşı bir hıyanet idi. Zira bu Türk Osmanlıların damarlarında, beş sene evvel Selanik’te çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi; Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanı akıyordu. Ve asla “Türklük”ü kabul edemezdi. İşte kendisi Meşrutiyet’in ilanından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hatta Balatta verdiği bir konferansta:
“Bizzat, ben bir siyonistim…” diye haykırmıştı. Lakin yine Türklüğü kabul edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehası şahit değil miydi? Hiç Türklerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fazıl mütefennin, feylesof çıkabilir miydi?
Kendisi olsa olsa “Osmanlı” olabilirdi. Öyle bir Osmanlı ki, mazi ile “Memaliki Osmaniye” haricindeki Türklerle, Türklükle, Turan ile katiyen alakası yok..
Yalısının denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştı. Yıllarca biriktirdiği, ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için Hristiyan ve ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu’ndan bir küfe kitap alır ve hamalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar, küfe küfe alınan bu kitapların hepsini okur zannederek ondan ürkerlerdi. Hatta Abdülhamit Efendi bile padişahken onun şöhretinden, ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.
Yine dolmaya başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin ve şık dolaplar otuz âşıklı bir kokoşun elbise dolaplarına benziyordu. Ve kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle:
“Birinci sayfadan, Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sayfaya kadar.
Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sayfadan, Dört yüz otuz bir bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sayfaya kadar…
Beş yüz bin altı yüz elli üçüncü sayfadan, sekiz yüz bin üç yüz on birinci sayfaya kadar…”
yazılmıştı. Bu dolaplar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tevazu için yalan söylediğine, altı yüz bin sayfalık eserinin birkaç milyon sayfalık olduğuna hükmedecekti. Fakat sıkı sıkıya kilitlenmiş olan bu dolapların içinde hiç kâğıt yoktu. Onun eski spor elbiseleri, kırbaçları, kispetleri, tek ve çifte gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, tespihleri, nayı ve tamburası dururdu.
Açık pencereleri indirdi. Hava çok güzeldi. Fakat soğuktu. Üstünde küçük kitap kaleleri yükselen yazı masasına oturdu. Her vakitki meşguliyetine başlayacaktı. Bu masanın üzerinde asla yazı yazmazdı. Yalnız usturalarını bilerdi. Anahtarla çekmeceyi açtı. Bileyi taşını, küçük bir zeytinyağı şişesini ve bir deste de ustura çıkardı. Büyük ve âlimane bir dalgınlıkla işe başlayacaktı. Lakin, “Belki erken gelirler…” diye durakladı. Düşündü. Çıkardığı şeyleri tekrar çekmeceye soktu ve kilitledi. Sonra önüne büyük ve İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist olduğu kadar hayalperestti. Bu iki büyük adamın dargınlığında Osmanlılık için gayet büyük, hem gayet büyük bir tehlike görüyordu. Mağşuşülmilliye ve Türklükle, Turanla münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükûmeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutamayacağı “büyük kabine” onun iktidarını, meziyetini takdir ederek ayanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf ve hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Ve yine yalnız hayalinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek bu iki meşhur ve büyük adamı barıştırarak âyana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayrimillî ve ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi “şîmei muhabbet” birisi “şîmei husumet” iddia ediyordu.
Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayrimillî Osmanlı milleti şimdi şaşırmıştı. Husumete mi, yoksa muhabbete mi taraftar olsunlar? Ve bu iki âlimin çıkardıkları davalarla şöhretleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa’da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumi bir muharebenin baş göstereceği iki kere iki dört eder, kadar muhakkaktı. O vakit “şîmei muhabbetçi” ile “şimei husumetçi”nin namları tarihlere geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti… Kendisi altı, yedi yüz bin sayfalık bir eser yazmaya kalkmasına rağmen, fotoğraflarına, makalelerine, hususi mektuplarına, resmî istidalarına imzasını “feylesof ” diye atmasına rağmen henüz onlar kadar baş döndürücü ve ani bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir “şîmei bir şey” uyduruverseydi… Lakin hayır, işte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı. Mademki Türklüğü kabul etmeyen, milliyetperverlerin arkasından gitmeyen Osmanlıların en büyük adamıydı; hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Ve Şîmeicileri barıştırıp âyana koyacak,