bir nazarla baktıklarını karilerime göstermek için, bugün eski okunmaz tarihlerin tozlu yaprakları arasında uyuyan bu ulvi istirhamnameyi harfi harfine tercüme ediyorum:
SENATOYA
Ey Muhterem Ayan!
Bit, herkesin tanıdığı bu meşhur hayvan, kendini doğuran insanın bu ehli misafiri, servetimize, evimize, barkımıza, mukaddesatımıza iştirak eden bu sadık refik en derin bir hakarete maruz bırakılıyor, insafsızca ezilerek öldürülüyor. Ondan yalnız su, toprak sakınılmıyor, zavallı yaşayabileceği yegâne sahadan, insan sudundan kovuluyor. Böyle bir hareketin sebebini araştıracak olursak, birçok hususta haksız olan “efkârı umumiye”den başka bir şey bulamayız. Bu içtihadınızı düzeltmek için en âlâ usul, bu yanlış anlaşılan hayvancığın evsafını size tanıtmaktır. Bit kendine ikametgâh olarak vücudun en yüksek, en asıl kısmını, yani başı intihap eder. Orada doğar. Orada büyür. Orada servetini kurar. Derler ki “İyi bir komşu kadar dünyada âlâ bir şey yoktur!” İmdi bitin de teklifsiz komşusu akıl, zekâ, fikir, hikmettir! Şuna dikkat ediniz: Hiçbir vakit bir eşeğin vücudunda bit bulamayacaksınız. Bilakis bu fetanetle meşhun hayvancığı insanda, köpekte, bülbülde, hilkatin bu üç ali mahlukunda mebzuliyetle bulacaksınız. Bitin kıdemine bakacak olursak, ona cihanın iptidalarında bile rast geleceğiz. Taşı, ilk insan naşı ısıttığı zaman, o da zuhur etti. Düşmanları onun için: “pislikten doğdu!” derler. Fakat dünyada her şey pislikten doğmuyor mu? Eğer terbiyesini tahlil etmeye kalkarsanız, ahlakının, âdetinin tatlılığına meftun kalacaksınız. Daima ailesiyle, ehli işleriyle meşguldür. Gıda tedariki haricindeki zamanını tamamıyla istirahata, tefekküre hasreder. Vakıa onun gıda aramaya ihtiyacı yoktur, daima sofrası önünde kuruludur. Vücudunun uzviyeti kadar harikalı ne vardır? Hemen hemen atomlara karışmış gibidir. Yaşayış tarzı sakindir. Müsterihtir. Kuş gibi uçmaz, pire gibi sıçramaz. Haysiyetli büyük adamlar gibi ağırdır, vakurdur. Muntazam, yavaş adımlarla yürür. Kabul ettiği hükûmet tarzına bakınız: Bitlerde kanun yapan âdettir. Bunun için de ayak takımının donunda değildirler. Hatta bu güruha bir faikiyetleri de vardır: Asla insanlar gibi birbirleriyle muharebe etmezler. Sadakatte insanları geçerler. İnsanın dostları felaketine iştirakten kaçarlar. Ortadan kaybolurlar. Bit, ezelî bir sadakatle olduğu yerde kalır, Zenginliğin karşısına gitmez. Zenginlik çekilirse o da bırakıp kaçmaz. O fakirin arkadaşıdır. Büyüklerin saraylarına uğramaz. Sefillerin içinde, en sefil olanların, mahpusların gönül eğlencesidir. Darağacına kadar zavallılara arkadaşlık eder. Hem ölümün geldiğini hissetmek mevhibesine de mazhardır. Ölüm yaklaştı mı, o uzaklaşır. En büyük âlimler de tasdik ederler ki, bu hayvancık hastalıkların önüne geçmeye has bir âmildir. Hakiki bitler asla hasta olmazlar. Tabiatı iyidir. Sakindir. Ne sokar, ne yaralarlar. Yalnız gıdıklar; hücum etmez. Hamlelerinde elemden ziyade haz vardır. Evet, bu gıdıklanma fakir için bir lezzettir. Ey muhterem ayan! Bu, sizin için de bir lezzettir; bazen başınızı, bazen belinizi, bazen koltuğunuzun altlarını, hasılı misafirciğiniz nerenize dokunursa orasını tatlı tatlı kaşıdığınız zaman bir haz duymaz mısınız? Eflâtun “Haz mahrumiyetten doğar!” demiş. Şimdi kaşınırken duyduğumuz bu hazzın sebebi kimdir? Bu mini mini âciz hayvan değil mi? Şark’ta bazı mezhepler bu masum böceğin faikiyetini anlamışlardır. Ona ellerinden geldiği kadar iyi bakarlar. Hürmette kusur göstermezler. Bundan başka bitte insanı hayrete düşürecek bir mahsuldarlık var. Bir başın üzerinde yavruları çoğalmaya başladı mı, dostları hemen gelip onu ararlar. Hatta altın pahasına satın alırlar. Bitleri öldürtmek cezaya layık bir cinayettir! Bundan başka bilirsiniz ki fanilerin en zekileri olan Yahudiler de, Şarklıların bu telakkisine iştirak ederler. Hekimlerden menkuldür ki, cumartesi günü bir biti öldüren makduh olur. Merhamet ediniz, ey muhterem ayan! Mukaddes ervah namına, ölmüş olanların gölgeleri namına merhamet ediniz. Canlı kalan bitlere merhamet! Onlar sizi seviyorlar, sizi takip ediyorlar, iyi, fena talimize iştirake her vakit hazır, size can ve gönülden bağlanıyorlar…
Evet, şiir gibi, sanat gibi, aşk gibi, şefkat gibi mantık da, akıl da, zekâ da, mazi de, ezeli, kadim Medine’nin harabeleri altında gömülü kalmış! Milyonlarca adamı bir an içinde mahvedebilecek cehennem aletleri yaparken sırf gevezelik, maskaralık için kurduğumuz “himayei hayvanat” derneklerine rağmen, bugün hangimiz biti aklımıza getirebiliriz? Onun hukukunu müdafaa değil, hatta edebiyatta “edebî kelam” diye uydurduğumuz bir riyakârlık kaidesine uyarak, ismini bile anamayız! Asırların içinde insanın ruhu büyüyeceğine küçülmüş! Ulvi hissiyatımız değil, şevki tabiimiz tekamül etmiş! Maddi fayda endişesi, menfaat düşüncesi, nihayet en tabii, en muhik bir akıbet olan ölümün o manasız çirkin korkusu bizi âdeta vahşileştirmiş.
“Buna nasıl hükmediyorsun?” mu diyeceksiniz.
Şimdi Heitisyus’un bu yüksek, bu insani davasını tekrar okurken içimde duyduğum meftuniyetin altından zehirli bir çuvaldız gibi bayağı bir sual sivriliyor. Kendi kendime gayriihtiyari:
“Acaba, onun vaktinde ‘lekeli humma’ yok muymuş?” diyorum!
Ah, evet, asri zihniyetimiz ebedî, ulvi, umumi, ilahi seyyan halk mefhumunu muvakkat uzvi faidelere feda edecek derecede alçalmış! Bugün en ehemmiyetsiz bir sıtma mikrobunu naklettiğini bilsek, mandaları öküzleri, filleri, develeri bile bir darbede hem büsbütün dünya yüzünden kaldırmaz mıyız?
Gayet Büyük Bir Adam
ŞÎMELER
Herkesin “Gayet büyük bir adam” dediği bu zat sahihten pek büyüktü. Boyu bir doksan beş santimetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle gözüküyordu. Kuvveti, şiddeti çıplak resimlerindeki kabarık bazularından belli oluyordu. Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık ve spor elbisesiyle çıkarttığı fotoğrafı… Elinde tuttuğu kalın ve korkunç kırbaç… Tüyleri ürpermeden kimse bu nefis ve kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki, nazırlar yanında pek küçük kalıyorlardı. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz malumata, okumayıp da “Okudum!” diye iddia ettiği birkaç kentrilyon risalenin sayıları da ilave edilecek olursa zekâsının… Hayır hayır, dehasının dehşetinden titrememek mümkün değildi.
Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık, hasılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor; evvela rükûya, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıldayamıyordu.
Bu “Gayet büyük adam”ın en ziyade kızdığı şey millî ve dinî mefkurelerdi. “Ah bu serseriler” derdi, “ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler.” Evet, dünyada milliyet kadar çirkin ve yırtıcı bir vahşilik iddiası olamazdı. İtalyanları yarım asır evvel Avusturya’ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükûmetleri birdenbire büyüterek ve meşum tarihlerinden ilham olarak Trablus’a atılmalarına sebep olan “milliyet” hissi değil miydi? Rusya’nın Asya’yı benimsemesi, Japonya’nın sivrilişi, Sarı Tehlike, Pan Cermanizm, Pan İslavizm tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı? Bulgarların iki hafta içinde İstanbul’a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler ve dinler olmasa, insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi taşıyacaklardı. Türki-yerde olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük cinayet değil miydi?
Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharrirdi. Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan Türkizm, Pan İslamizm aleyhinde birçok yazı yazdı. Hatta bir mecmua, “Yeni lisan – Yeni hayat” hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla: “Ben de tamamıyla sizin fikrinizdeyim. Türklük