tahammül edemeyeceği bir zillettir. Evet ben de sevmek ve sevilmek isterim, fakat isterim ki seveceğim adam aşkıma ve bana layık olsun ve daha isterim o sevdiğim adama hayatımı eseflenmeden, pişman olmadan ölünceye kadar, geri almamak üzere vereyim.
İşte bunun içindir ki beni anlayacak ve bana layık bir kocayı ancak burada, İstanbul’da bulacağımı zannediyordum; çünkü aşkı benim anladığım kadar ciddi telakki eden her kalp gibi bu adam her yerde bulunması o kadar kolay olmayan bir tılsımdır. Ben aşkı özlediği kadar da müşkülpesent ve mağrur bir kızım. Hâlbuki bu muhitte insan ne kadar az müşkülpesent olursa olsun, sevilecek ve hayata bağlanacak bir erkek bulmak o kadar güç, o kadar güç ki… Bir kere benim ayarımda, yani kendi kıymetini takdir eden bütün kızların da lanetle reddedecekleri muhakkak olan o görücü maskaralığını bir tarafa atalım… Bizim bu hayatımızda, benim gibi bir genç kız, kendine layık bir hayat arkadaşını nasıl ve nerede seçebilir? (Göksularda, Fenerbahçelerde mi? Sevmek için en evvel lazım olan şey, ruhların yakınlığıdır; bu ise ne görücülerin, ne kadar inceleyici olurlarsa olsunlar, delaletleriyle ne de karşıdan, sersemlikle belki hoşça bulunan bir erkekle yapılan sevişme ile kabildir. Bunun için uzun konuşmalar, uzun tetkikler lazımdır. Doğrusu hayatım ve kalbim, gençliğim o kadar kıymetli bir hazinedir ki bunu öyle rastgele rüzgârın keyfine sarf edip öldüremem.
Hâlbuki, elbette bu şehirde beni anlayacak ve benim seveceğim, yani benim için dünyaya gelmiş ve benim için yaşayan bir genç vardır. Fakat nerede? Nerede?
Ah nasıl ve ne kadar nefret ediyorum… Bütün bu hayattan, bu hayatı memnuniyetle kabul eden ve severek yaşayan, bütün usul ve anane adı verdikleri şeylere sersemce bağlı kalmış olan bu adamlardan ne kadar nefret ediyorum.
İşte mesela amcam… Bir kere babama hiç ama hiç benzemiyor. Babacığım ara sıra bahsederdi de ben anlamazdım. Hatta kendisiyle pek seyrek mektuplaşırlardı. Bir gün bunun sebebini sormuştum da bana istemeye istemeye münasebetsiz hâlleri olduğundan bahsetmişti. Bu münasebetsiz hâllerin neler olduğunu buraya geldim geleli iyice öğrendim ve babama tamamıyla hak verdim. Bir kere ne şekilleri ne ahlakları ne de tavırları birbirlerine benziyor. Babam ilk yaştan beri kendisinde mevcut olan terakki istidadı, tahsil hevesi ile çalışmış, âdeta yaşına göre iyice ileri, iyice medeni bir adam olmuş iken kardeşi anasının yüzünden gelişememiş, tembelleşmiş, rüştiye tahsilini ikmal etmeden mektepten çıkıp bir kaleme mahsus tabiriyle çırak buyrulmuş ve yirmi yaşına kadar muska boynunda, En’amı Şerif cebinde, tespih elinde, tek meziyet olarak kalın ve derin bir softa taassubuyla mücehhez olmaya ehemmiyet vermiş ve senelerce gide gele nasılsa kaleminin mümeyyizlik mevkisine yükselmiş, medeniliği sermayeli günlük gazetelerin şöyle yalan yanlış mütalaasıyla hasıl olma malumattan ibaret bir adam…
Evvela şekli: Uzun boylu, kalıplı kıyafetli, meşhur tabir ile kelli felli efendiden bir adam… Beyazı daha çok çember sakalıyla kendisini uzaktan görenler azametli hâlde bir şeye benzetebilirler. Hâlbuki zavallı adam, kafa itibarıyla kof cevizden farkı yoksa da, bu görünüşü de nasılsa tesadüfen gayet mükemmel, gayet kusursuz, her cihetçe mümtaz bir kadın olan ikinci karısının sayesinde kazanmış olduğunu kendini bilenler hep temin ediyor. Bu kadın sayesinde evvela o eski murdar âdetleri terk eder gibi olmuş fakat sonra kadıncık bir gün vefat edince, yine rehbersiz kalarak, ne eski ne yeni tarza dökülememiş, ikisi arasında şaşırmış. Hatta bir gün ancak bu kadın sayesinde biraz kıyafetini yoluna koyabildiği için karşıdan, uzaktan nasılsa evvela bir şeye benzer gibi iken, ev hâlinde, o kadar o eski En’amlı, tespihli küçük beye benziyor ki hayret etmemek kabil değildir.
Mesela, bütün o kalıp kıyafet yalnız sokağa mahsus bir şey olup eve gelince hemen soyunur, dökünür; arkasına bir entari, başına keten bir takke ve hepsinin üstüne bir kürk geçirir. Ben evvela “Bu sıcak havada bu kürkün ne lüzumu var?” diye sormuştum, bana ne cevap verse… “A, bak hele çocuğa… Hiç anlıyor mu? Kızım bu cins kürkler yazın daha serin tutarlar; yazın İstanbul’da bütün kibarlar böyle giyinirler.” Yalnız bu kibar beyefendi aynı zamanda eve gelip soyunduğu vakit ayağından potin çorabını çıkarıpaşağı yukarı yalın ayak, bir terlikle dolaşır. Ben muziplik olsun diye bir gün bunu da sordum, bana cevaben itiraz kabul etmez bir azametle “A, ilahi çocuk, ayak başka, insanın sırtı başka…” dedi. Bu mantıksız cevaba karşı sözü uzatsam eminim ki, “Aman kızım, sakın bunu bir daha kimsenin yanında söyleme, insanı ayıplarlar, sakın, sakın ha…” diye latifeye boğacak, daha yakında isem enfiyeli parmaklarıyla ağzımı, burnumu aşağıdan yukarı sıvazlayacak… Velhasıl, cahil, müteazzim, hodpesent, inatçı ve cebin bir adam ki mensup olduğu içtimai sınıfın bütün mesavisine sahip. Dünyada her şeyi anlayan, her şeyi gören, her şeyi bilen yalnız amca beydir. Onun aldığı şeyler kadar güzel bir şey başka kimse tarafından ne bulunur ne de o kadar ucuz olarak alınabilir.Ara sıra bir şey aldığı vakit bu evde âdeta bir merasim şeklini alır. Evvela hepimize ayrı ayrı gösterilir. Biz bakarken o, bir taraftan bunun güzelliğini, zarafetini metheder, yükseltir ve iki satırda bir “Ne dersiniz intihabıma?” sözünü bir nakarat gibi tekrar eder. Bu esnada karısı ve biz mecbur kalır, bu şeyi beğenmiş görünürüz. O zaman koltukları kabarır, kendisini zorla bir şey zanneder.
Bir de amca beyin alaycılığı vardır. Kendine mahsus tabirler, sedalar ve tavırlarla her şeyle istihza eder. Onun kadar tuhaf, gülünç söz müptelası pek az adam vardır. Her lakırtısı bir tuhaflık olsun diye mahsus uydurulmuş gibidir. Mesela avdet kelimesini söylediği zamanlar mutlak avdet dönüşü der, “mingayrı had” makamında mutlak “mingayrı rutubetin âcizane birlikte” diyeceği yerde “maan birlikte beraber” gibi, lüzumlu lüzumsuz “Hatırı âlinize toz toprak konmasın.” gibi garabetlerle sözlerini tuhaflaştırdığı zannında bulunur.
Akşam oldu da eve geldi mi, âdeti üzere soyunup dökündükten sonra hemen ezanda yemek yenir, erkence yukarı, terasa çıkılır; amca beyefendi bir sandalyeye oturur, diğer bir sandalyeye ayaklarını uzatır, büyük enfiye mendili bir dizine, enfiye kutusu diğer dizine yerleşir; etrafındaki sandalyelere bizi, kızı Nigâr’ı, üçüncü karısı Hediye Hanım’la oğlu yirmi beş yaşlarındaki Abdi’yi toplar ve hiçbir tarafı kımıldamadan put gibi yek ahenk sedasıyla o günkü memuriyet hadisatını metih ve tarife başlar. Bu hadisat o gün kalemdeki icraatına, tevbih ve tekdir ederek yola getirdiği memurlara aittir. Söylenir, söylenir; bu esnada daima kapalı olan iki parmağı arasında bulundurduğu enfiyeyi mütemadiyen çeker, çeker, iki lakırtıda bir çeker ve bittiği vakit kalan taneleri ya yere atar yahut neşesi varsa bizden birine doğru serper yahut daha neşesi varsa, yakamızdan göğsümüze, boynumuza döker; nihayet hep kendini methetmek şartıyla saatlerce öter. Bari bunu yalnız karısına yahut kızına anlatsa… Hayır, o kadar müstebittir ki evde âmir ve hâkim olduğunu her sözüyle, her hareketiyle göstermeye ve ispat etmeye fevkalade ehemmiyet verir. Evde kim varsa, herkes kendini sükût ve itaatle dinleyecektir ve bahusus o söylerken hiç kimse sözünü kesemez. Şayet yanılıp da böyle bir şey yapılsa, hâkim bir vakar ile, “Dur, efendim dur, anlatacağım hepsini sıra ile… Biraz sabret…” der. Son zamanlarda çok müptela olduğunu kendisi de itiraf ettiği enfiyeciğiyle takti ederek kendini methe devam eder.
İyi seçmede olduğu gibi, işleri iyi idare ve iyi çevirmede de tek olduğunu şüphesiz uydurma misallerle ispat için mütemadiyen fıkralar anlatır ve bu esnada karşısındakiler yalnız dikkatle kendisine bakarak dinlemeye mecburdurlar. Şayet birisi başını bir tarafa çevirirse yahut yanındakine yavaşça bir şey soracak olsa, hemen alevlenerek “Efendim lakırtı dinleyiniz şimdi… Burası kahvehane değil… Siz daima kafa kafaya verip birbirinizle çocukça şeyler konuşursunuz. Oturunuz da dinleyiniz. Meclise, efendim, insanlığa dair birtakım sözler öğreniniz. Yarın öbür gün bir kısmetiniz çıkıp da büyük bir konağa gelin gidecek olsanız