Mehmet Rauf

Genç Kız Kalbi


Скачать книгу

efendim buralarda evler biraz pahalıdır. Ama acımadan veriyorum. Bütün etraf kibar… Sessiz sedasız komşular… Ne olsa kibar yatağı…” Nihayet böyle bir iki saat söylenip hararet basacak kadar vakit geçince Türkçeyi pek az bilen Rum hizmetçi karısına yüksek sesle, “Man, ligo nero, ligo zahari… Benim çikolata renkli kâse ile…” diye her akşam içmeyi âdet ettiği adi şekerli suyu kendi tabiri veçhile ve güya Rumca olarak çikolata renkli kâsesiyle yanına getirtir; lakırtı yine aynı ahenk, aynı metihler, aynı kendini beğenmişlik ile devam eder. Sırası geldikçe azametle “insanlığa dair söz” diye yalnız kendini metheden amcama bakıyorum da hayret içinde kalıyorum. Babam eve gelip hep beraber oturduğumuz vakit, bizi nasıl lütuf ve muhabbetle mesut eder ve sonra nasıl bir çocuğun ilk terbiyesi ana baba sözü olduğunu ispat edecek latif, ibretli fıkralar, bahislerle bizi minnettar bırakır! Hâlbuki amcam evde kaldığı günler böyle kendini methetmezse, akşama kadar bağıra bağıra lahana biber turşusu yahut iri, taze yumurta satmakla meşgul olup yalnız nezaketsiz, müstehzi, boş bir azametten başka bir şey bilmiyor… Ne fark, Yarabbim, ne büyük fark!

      Bazen gramofon çalınır, her şeyde yalnız kendi arzusunun icra olunmasına ehemmiyet veren amca bey, evde keyif ve irade yalnız onun olduğu için kilitli bir dolaba sakladığı gramofonu yalnız kendisi istediği vakit ortaya çıkararak yalnız kendi beğendiği havaları çalar ve kalın sedasıyla, “Oh, oh!” çekerek coşar, o mahzuz olur. Bilhassa bu son günlerde Kara Kaşlı Pembe kantosuna son derece iptila peyda ettiği için her gece bunu tekrar tekrar dinlemeye mecbur kalıyoruz.

      Her şeyde kullandığı “âcizane” kelimesine muhalif olarak son derece kibirli, inatçı, nihayet derece mütehakkim olduğundan yalnız kendi sözünün, kendi keyfinin olmasına ehemmiyet verir. Mesela sabahleyin kendi uyanınca herkesin kapısını tekmeleyerek ve “Ulan kalk be…” diye haykırarak evin bütün halkını zorla uyandırır da sonra kendisi koltukta şöyle kendi tabirince şekerleme yaptığı zaman birisi kazara aksırsa kıyameti kopararak saygısızlıkla itham eder. Onun indinde kendi şahane keyfinden başka hiçbir şeyin ehemmiyeti yoktur. Başkalarının arzusu, hatırı, emeli hiçtir.

      İstediği yalnız kendi sözü olsun ve o söylesin başkaları dinlesindir. Başkalarının en ciddi sözlerini bile dinlemez, şakaya boğar, itiraz eder, akıl öğretir. Mesela birisi kendisine alakadar olmadığı bir meseleye dair bir bahis açsa yakasını karıştırarak “Şurada bir adet kehle gezdiği maruzdur…” diye lakırtıyı yarı yolda kesmek için tuhaflık icat eder.

      Son derece mantıksız bir adam… Mesela karısını babamdan kaçırırmış da sonra kızını karısının ahbaplarından birinin çapkın oğlundan kaçırmıyor. Bununla beraber gerek karısının, gerek kızının süslerini, tuvaletlerini son derece kıskanır. Bunların biri bir yere gitmek icap etse sokağa çıkarken mutlak beyefendinin nazarı teftişinden geçmeye mecburdur. O diyor ki: “Efendim giyinimli, kuşanımlı… Nezaket, adap dairesine. Hanım hanımcık gidip gezmeli… Nedir o öyle orasını kıvırmak, burasını bükmek, kollarını açmak. Sizin gibi hanımlara yakışacak bir hâl değil bunlar birtakım hele hele kızların yapacağı şeyler…” Onun hanım hanımcık dediği kıyafet ise mutlaka büyük ninelerimizin Orta Çağ kıyafeti olsa gerektir! Çünkü kendisine medeniyet dersi veren ikinci karısı, izdivaçlarından az sonra verem olduğu için, artık bu gayrikabili ıslah bulduğu adamı bir genç kızın her şeyden evvel zamanın usulünü, modasını takibe mecbur olduğunu iknaya vakit bulamamış olacak!

      Ben geldiğim vakit Nigâr, tuvaletime, saçlarıma bakarak her şeyini mümkün olduğu kadar bana benzetmek için çalıştı. Mesela, o zamana kadar kendisi, gerek babasının zoru ve ısrarı, gerek kendi ihmali ve tabiatsızlığı sebebiyle modayı takip etmeyerek saçlarını, alelade önünü kabartıp arkasına bir topuz yaparken, beni gördükten sonra ortadan ayırıp geceleri bigudilerle saçlarını kıvırmaya başladı. Fakat sabahları uyanınca bigudileri vaktiyle çıkarıp saçlarını taramadığı için babası bir sabah onu başında bigudilerle görünce, “Ulan kız nedir o hâlin be? Falcı karılar gibi…” diye itiraz etmiş, o akşam sofrada bana da taş atmış olmak üzere Nigâr’a bakarak, “O sabahki hokkabazlıklar ne idi bakayım? O zilli maşaları kafana bu marifet için mi koymuştun? Nedir o öyle yarmışsın kafanı iki taraftan şantöz karılar gibi… Bunların ne lüzumu var efendim? Şöyle hanım hanımcık kaldırın saçlarınızı, örün arkanıza bir saç… Nedir o iğrenç kıvırcıklar? Masum yüzünüze bir kart şekil geliyor…” Ve sonra bana dönerek soğuk bir tebessümle, “Oo, küçük hanım sen de maşallah yine kafanı şehnişinler ile doldurmuşsun…” sözlerini söyledi. Fakat benim tavrımı görünce aksi bir cevaptan sakınır gibi hemen yine Nigâr’a dönerek, “Kız bir daha kafanda o maşaları görmeyeceğim. Eğer yine yapacak olursan saçlarını hemen kökünden kesiveririm, kalırsın dımdızlak…” diye homurdandı.

      Bunları görüp Nigâr’a ve amcamın her gün itiraz ve hakaretine uğrayan karısına merhamet etmek o kadar büyük bir hata olur ki tarif edemem. Bunların her biri birbirlerine uygun ve layık birer yaradılış garibesidir. Artık en ufak, en gizli teferruatına kadar yakın olduğum bu aile hayatının İstanbul’un başka birçok ailesinin hayatına az çok benzemesi lazım geldiğini düşünüyorum da İstanbul’da muntazam bir hayatın niçin olmadığını anlar gibi oluyorum.

20 Haziran

      Bugün İstanbul’un maruf tabirince “Ne güzel eğlendik!” Çünkü tiyatroya gittik. Amca beyimizin nasılsa fevkalade bir surette müsaadei lütufkâranesi tecelli etti; bizi Bebek bahçesinde oynayan Abdi’ye gönderdi. Ben Abdi’yi ve tuhaflığını küçükten beri işitir, fevkalade metholunduğunu görürdüm. Bebek’te oynayacağını haber alınca, “A, ne iyi; gitsek!” demiş bulundum. Nasılsa amca beyimizin eşref saatine rast geldi, lütfetti… Fakat komedya daha biz burada iken başladı.

      Çarşaflarımızı giyip de hazırlandığımız vakit her zamanki gibi amca beyin teftiş nazarından geçmek icap etti. Ben böyle muayeneler içinde büyümediğim için geldim geleli amca beyin zımni, aleni azarlarına, tembihatlarına hiç kulak asmıyor ve alıştığım gibi devam ediyordum. Nigâr, beni görerek bir şeyler yapmak istiyor ve bunun için amca beyin hazmedemeyeceği fazlalıklara cüret ediyordu. Hâlbuki kızcağız, zavallı, elbise cihetinden o kadar fakir ve öksüz ki sokağa çıkacağı zaman arkasına giyecek ne elbise ne de adamakıllı çarşaf bulabiliyor. Bir kere kendi gayet perişan, gayet dağınık ve lakayıt olduğu için arkasına iki defa giydiği bir şeyden hayır beklemek kabahat olur. Amcam da onun bu hâlini bildiği için kendisiyle şimdiye kadar başa çıkamadığını görerek onu olduğu gibi bırakmış. İşte bunun için bugün Nigâr siyah, eski bir çarşaf giymiş, saçlarını yine benim gibi yaparak peçesini de tıpkı benim gibi koymuştu. Amcam bizi görünce evvela bana hitaben, “Aman kızım nedir o hâl bakayım? İndir biraz yüzündeki o peçeyi…” diye homurdandı. Sonra Nigâr’a göz atıp onu da yine benim tertibimde görünce birden köpürdü, “Kız ulan nedir o hâlin be? İndir o suratındaki örtüyü… Nedir o öyle, orta oyununa çıkar gibi…” Sonra Nigâr’ı önünde bir döndürdü, her tarafını uzun uzun muayene etti. Çarşafın eteği ilk biçim kloşlardan olduğu için nasılsa itirazına uğramadı. Bu esnada hanımcık, çuval çarşafçığı içinde izinli mektep talebeleri gibi kaderine razı bekliyordu.

      Bunun üzerine müsaade şerefsadır oldu, kapılar açıldı, dışarı çıktık. Nigâr, hanımdan fırsat buldukça hiddetli hiddetli, babasının aleyhinde, “Böyledir işte bu babam… Sanki ben böyle kapalı çıkarsam bir şey yapamazmışım gibi… Hey gidi hey, insan bir kere istemeyegörsün kuzum! İşte bugün inadıma ben de öyle şeyler yapayım ki görsün o…” diye söyleniyordu.

      Bana herkes çok müşkülpesentsin diyor. Beğenilecek hiçbir şey görmeyen bir adam başka