e>
ÖNSÖZ
Tüm zamanların efendisi, ulu önderimiz, “evrenin övüncü bayımız”, şanı yüce peygamberimiz, fahri kâinat efendimizin, dünyaya teşrif edip tüm zamanları karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura, zilletten izzete, isyandan kıyama, cehaletten ilme yönelttiği zaman diliminde, doğu ve batı, kuzey ve güney tam bir başıboşluk, sefillik, aymazlık, cehalet, zulüm, isyan, tuğyan ve şaşkınlık içindeydi.
Teşrifiyle insanlığın feraha erdiği, yeniden insan olmayı hatırladığı ve hatta “fıtrat ayarlarına” dönmeyi idrak ettiği o dönemde insanlık, tabiri caizse sınıfta kalmıştı. Cahiliye Dönemi’nin Arabistan’ında kız çocukları sadece diri diri toprağa gömülmüyor, kız çocuğu doğurma ihtimali olan anneler çöle götürülerek kız çocuğu doğurması hâlinde hazır mezarlarda doğurduğu çocuğuyla birlikte hunharca katlediliyordu. Miladi takvimle milenyumun orta yüzyıllarında dünyanın başka coğrafyalarında da kadınların fıtri özelliklerinin tebarüz ettiği dönemlerde onların ellerinin değdiği “kap kacaklara” dokunmanın caiz olup olmadığı tartışılıyor, onlarla aynı sofraya oturmanın imkânsız olduğuna dair görüşler tezahür ediyordu.
Arabistan dâhil tüm beşeriyetin delalet ve zillet içerisinde kadını hor ve hakir görerek tahkir ettiği bir dönemde peygamberimiz, efendimiz, müjdecimiz; Veda Haccı için Mekke’ye kalabalık bir kervanla ilerlerken kadınların taşındığı develeri süratli ve hoyratça sürerek onların sarsılmasına ve rahatsızlığına yol açan Habeşli köle Enceşe’ye taşıdıklarının kıymetini, asaletlerini, zarafetlerini vurgulamak için “Enceşe! Kristallere iyi davran!” diyerek kendisine dünyada sevdirilen üç güzellikten kadının kendi döneminde ve kendisinden sonra da tüm devirlerde statüsünü tayin etmiştir. (“Hadislerle İslam”, 1 Baskı, Ankara 2013, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Cilt 1, Sayfa 107)
“Kureyşli kuru ekmek yiyen bir kadının” çocuğu olan ulu önderimiz, peygamberimiz, efendimiz, vahye muhatap olduğunda bir kadının, bütün kadınların kıskandığı Hatice validemizin müşfik kollarına sığınıyor, şefkati onun kollarında buluyor ve ilk olarak onun tarafından peygamberliğine iman ediliyordu.
Bütün kelimelerin, bütün cümlelerin, bütün naatların, bütün kasidelerin, bütün şiirlerin, bütün övgülerin, bütün takdim ve takdislerin yetersiz kaldığı peygamberimiz, efendimiz 23 yılda, dünyayı tüm zamanlar boyunca aydınlatacak bir dinî öğretiyi “yaşayan Kur’an” olarak vazettikten sonra “Dünyada ebediyen kalmakla Rabb’ine dönmek” arasında muhayyer bırakıldığı hâlde Rabb’ine dönmeyi seçerek bize kıyamete kadar yetecek olan bir aydınlığı, Kur’an’ı, berrak yaşantısını miras olarak bırakmıştır.
Ulu önderimizin, peygamberimizin 23 yıllık nübüvvetinden sonra dünya asla eskisi gibi olamamış ve göz kamaştıran bir medeniyet, bütün ihtişamı ile gelecek bütün zamanları “insanlık teknesinde” yoğurmuştur.
Başka hiçbir medeniyetin hiçbir zaman yanına yaklaşamayacağı düzeyde bir tasavvur, bir âlem fikri, bazen Müslümanlara rağmen gerçek olmuştur.
Son zamanlarda ortaya çıkan “Muhammedsiz İslam” projesi, yeni bir medeniyet inşasına başlayan bütün Müslümanların karşısına çıkan en sinsi, en nobran, en içeriden, en kalleşçe projelerden biridir.
Türkiye’de önceleri Fazlur Rahman’ın sinsi fikirleri ile başlayan bu cereyan, daha sonraları Tel Aviv-Londra-Washington merkezli Fethullah Gülen hareketi tarafından uygulanmaya başlamıştır.
Türkiye’de ki Risale-i Nur hareketini bu bağlamda dikkatlice değerlendirmekte büyük fayda vardır.
Türkiye’de yeni kurulan Cumhuriyet ideolojisinin kendine hasım olarak bellediği dine karşı hunharca -ve özellikle tek parti döneminde ortaya çıkan- davranışlar, Said-i Nursi’nin ön plana çıkmasına ve isminin kamuoyuna mal olmasına yol açtı.
Bugün Fethullah Gülen’in narsist kişilik bozukluklarının ve belagatli dinî retorik yönteminin kökeni esas olarak Said-i Nursi’ye dayanmaktadır.
“Emirdağ Lahikası” isimli kitabında Said-i Nursi kendisine sorulan bir soruyu cevaplarken şöyle der:
Mühim Bir Suale Hakikatli Bir Cevaptır
Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki:
“Mustafa Kemal’in sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkiyeye, Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun!” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki:
“Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim; eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim!” (“Emirdağ Lahikası 1”, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2010, Sayfa 8)
Risale-i Nur hareketinin önde gelen kurumlarından Suffa Vakfı ve Feyyaz Bilim ve Gelişim Derneğinin desteklediği http://www.sorularlarisale.com sitesinin “Nurcu anlayışın” Kur’an okunmasına dair yaklaşımını ortaya seren ibretlik bir soru ve cevabı şu şekildedir:
Soru: “Risale-i Nur’u anlamıyoruz, Kur’an-ı Kerim meali okunsa yeterli olmaz mı?” diyenlere nasıl cevap vermeliyiz? Yalnızca meal okumak sakıncalı mıdır?
Cevap: Kur’an-ı Kerim, sadece mealle anlaşılabilecek bir kitap değil. Çünkü Kur’an’da bulunan yüzlerce müteşabih ayet, İslam âlimlerinin Kur’an ve hadis ışığında yaptıkları yorumlarla ancak tam olarak anlaşılabilir. Kısa bir meal bu manayı veremez. Resulullah’tan (sav) bu yana yaklaşık dört yüz bin tefsir yazılmış, bu tefsirler bile Kur’an’ı tam açıklamaktan acizdir.
Çünkü Kur’an, dibi olmayan bir deniz, okyanus gibi olduğundan ancak bu ilimde rusuhiyet peyda eden müfessirlerin yardımıyla anlaşılabilir. Kur’an meali sadece bizlere dar bir bakış açısı vermekten öteye geçememekte. Birçok anlamamız gereken manalar örtülü kalmaktadır. Tabii “hiç meal okumayalım” demiyoruz. Elbette meal okunmalı ama sadece mealle yetinilirse birçok Kur’anî bilgiden de mahrum kalınacağı unutulmamalıdır. Kur’an’ın tam tercüme edilemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Beşinci Söz’de ifade buyurmuş.
Bugünden düne “flashback” yaparsak dünü daha iyi anlayabilir ve yarını Kur’an’ın kutlu ışığında Allah’ın rızasına uygun yaşayabiliriz.
Peygamber Efendimiz’in vefatı ile birlikte başlayan iktidar kavgası, dönemin otoritesi Hz. Ebubekir’in yaşlılığı yüzünden itibar görmesi ve Cenab-ı Peygamber’e yakın bir şahsiyet olması sayesinde uhuletle yatıştırılır. Hz. Ebubekir’in kısa süren hilafetinde kayda değer problemler yaşanmaz. Vefatından sonra hilafete gelen diğer üç halifenin hem dönemleri hem de hayatları için ise aynı şey söylenemez.
Hz. Ömer (634-644), Farisi bir köle olan ve azmettirilen süfli ve de sefil Ebu Lüle tarafından suikasta uğrayarak sabah namazında; Hz. Osman (644-656), şaki ve bağiler tarafından muhasara altında su gönderilmesine dahi müsaade edilmeyen, hunharca bir saldırıya uğradığı evinde Kur’an okurken; Hz. Ali (644-661), Haricî suikastçılardan Abdurrahman b. Mülcem isimli bir alçak tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmasıyla birkaç gün içerisinde vefat etmiştir.
Hulefa-i Raşidin içinde en uzun süre halifelik görevini üstlenen Hz. Ali, hilafet döneminde bir gün bile rahat nefes alamamış, haricî ve dâhilî İslam düşmanları ile yoğun bir mücadele içerisine girmiştir.
Hz. Ali’nin vefatı ile Şam’da yerleşik tiranın iktidarının tahkimi, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ile başlamıştır. Oğlu Yezid’in, tarihin en büyük katliamlarından biri olan Kerbela faciasında, Hz. Hüseyin’i hunharca, adice ve bayağı bir şekilde şehit etmesi de İslam tarihinde iktidar kavgasının en müşahhas örneklerinden biridir.
Seçilmiş