align="center">
HZ. MUHAMMED
Arabistan Yarımadası sıcak iklime sahip, geniş çöllerle kaplı bir bölge olduğundan, tarım ve hayvancılığa elverişli yerleşim yerleri azdır. İslamiyet öncesi Arap Yarımadası’nda göçebe olarak hayatlarını süren Araplar, atalarının âdetleri ve inançları üzere yaşıyorlardı. Ticaretin şehirlerde yaşayanlar için geçerli olduğu bölgede, çölde yaşayan büyük çoğunluk çapulculuk yapardı. Yağma ve çapulculuk, özellikle yoksulluktan bunalan bedeviler için normal rızık yollarından biri idi. Birçoğu da fuhuş yaptırarak, özellikle de diğer kabilelerden esir aldıkları kadın ve kızları bu çirkin işlerde çalıştırarak para kazanıyorlardı.
İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse aile bağlarını önceleyen kabile sistemi idi. Kabile, bir Arap’ın her şeyi idi. O nedenle soyculuk aralarında çok yaygındı. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her türlü eylemlerinden sorumluydu. Bu nedenle, kendisine kimlik veren, güvenliğini sağlayan kabilesi için bir Arap hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Birbirlerine karşı kabileleriyle övünürlerdi. Kabile; fertlerini aşırı gittikleri zaman cezalandırır, gerekirse kabile dışı ilan ettiği gibi, başka kabileden kendilerine sığınan birisini de himayesi altına alabilirdi.
Özel mülkiyetin olmadığı bu sistemde kabilenin ileri gelenlerinden oluşan bir meclis vardı. Önemli kararlar bu mecliste alınırdı. Mekke’yi, kabilelerin temsilcilerinden oluşan bir meclis yönetiyordu. Mecliste, yetkileri babadan oğula geçen on kabile lideri bulunuyordu. Genelde en çok mal ile çocuğa sahip bulunan ve kabilenin yaşça da en büyüğü olan kişi kabilenin başkanı olurdu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı.
Coğrafi konumu gereği, Mekke’de oturanlar çoklukla ticaretle, Medine gibi yerleşim merkezlerinde oturanlar ise ziraatla uğraşırlardı. Kervan yolları üzerinde olması nedeniyle Mekke’nin stratejik bir önemi vardı. Bu nedenle Mekke’de hatırı sayılır zenginler oluşmuştu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a ticari seyahatler yapılırdı. Mekke’nin en canlı olduğu dönem, kabileler arası savaşın yasaklandığı ve günümüzde üç aylar denilen dönem idi. Bu dönemde kabileler hac görevini ifa etmek için Mekke’ye geliyor ve ticaret yapıyorlardı. Bu dönemde Arap Yarımadası’nda suç oranları en düşük seviyeye iniyordu. Kölelik sisteminin olduğu bu dönemde köleler üretimden çok ev işlerinde, kervanların korunmasında çalıştırılıyor ve cariye olarak kullanılıyordu.
Tüccarlar vasıtasıyla Yahudilik ve Hristiyanlık gibi semavi dinlerin girdiği Arabistan Yarımadası’nda, yaygın olan inanç biçimi puta tapıcılıktı. Bunların yanı sıra, kayda değer ağırlıkları olmasa da Yemen’de ve Şam çevresinde yıldızlara tapınanlar vardı. Bahreyn, İran ve Irak’ta Mecusi denilen, ateşe tapan insanlar yaşıyordu.
Taştan, ağaçtan veya yiyecek maddelerinden yaptıkları putlarından, sıkıntılı durumlarda yardım isteyen Araplar, Kâbe’yi de onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, kurban kesmek için ziyaret ederlerdi. Önemli bir işe başlamadan veya bir yolculuğa çıkmadan önce Kâbe’yi ziyaret edip, onlara kurban keser ve başladıkları işin nasıl sonuçlanacağını öğrenmek için fal okları çekerlerdi.
Yahudiler, Hristiyanlar ve Hanif inancında olanlar dışında o dönemin Arapları, öldükten sonra hayata inanmazlardı.
Kadının adının olmadığı o dönemde bir erkek istediği kadar kadınla evlenir, istediği zaman onu boşardı. İki kız kardeşle aynı anda evlenme, üvey anne ile evlenme gibi âdetlerin olduğu o dönemde, kocası ölen kadın, üvey oğullarına miras olarak kalırdı. O dönemde yaşayan Arap, karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini kadının üzerine atar, bu suretle mehir vermeye lüzum kalmadan, o kadın onun karısı olurdu.
Ekonomik ve sosyal nedenlerle kadının adının olmadığı o dönemde kız çocukları da ayıplı görülür, doğumlarından utanç duyulurdu. Bir aile, erkek çocuğunun çokluğu oranında kendini güçlü hissettiği için kız çocukları tüketici ve zayıflatıcı bir birey olarak görülürdü. Erkekler gibi çalışıp kazanamadığı, bir saldırı anında düşman kabilelerin eline esir düşecekleri, tecavüze uğrayıp fuhuş yaptırılacakları gibi düşüncelerle kız çocukları olunca çok kızarlardı. Bedevi Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe giydirerek onlara deve, koyun sürülerini güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise bazen doğar doğmaz öldürürler, bazen de altı yaşlarına geldiğinde onu, güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söyleyerek, çölde önceden hazırladıkları çukura atar, üstünü toprakla örterlerdi. Doğar doğmaz öldürecekleri zaman da doğum yapmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğum yapar, doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alır büyütürdü.
İslam öncesinde Arap toplumunda kumar düşkünlüğü ve alkol tüketimi çok yaygındı. Herkes kumar oynayamazdı. Kumar oynamak için kabilenin ileri geleni ve zengini olmak gerekiyordu.
Asabiyesi yüksek olan Arap toplumunda cömertlik, yardımseverlik, yiğitlik, komşu haklarını gözetme gibi iyi âdetler olsa bile kan davası da çok yaygındı. Bazen sudan sebeplerle başlayan kabile savaşları kırk yıl boyunca devam edebiliyordu.
Ebedî Işık 571’de Doğdu
İnsanlara gönderilen peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed böyle bir toplumun içinden çıktı. Kur’an’da da anlatılan Fil olayından elli beş gün sonra, 571 yılında, 20 Nisan gününe karşılık gelen Rebiyülevvel’in 12’sinde, pazartesi günü Mekke’de dünyaya geldi.
Soyu, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e nispetle İsmailîler diye de anılan ve iki büyük Arap topluluğundan birini teşkil eden Adnaniler’e dayanmaktadır.
Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin en değerli su kaynağı olan Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bir kısım eşrafı tarafından hakarete uğrayınca, Allah’a yemin etti ve on oğlu olduğu takdirde birini kurban etmeyi adadı. Çocukları dünyaya gelip verdiği sözü yerine getirmek istediğinde aralarında kura çekti ve kura en küçük oğlu Abdullah’a çıkınca onu kurban etmek istedi. Kararını uygulamak için harekete geçtiğinde yakınlarının tepkisiyle karşılaştı. O da sözüne diyet olarak oğlunun yerine yüz deve kurban etti. Hz. Muhammed, bu olayı ve büyük dedesi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kastederek kendisini, “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum.” diye tanıtmıştır.
Abdullah da babası gibi ticaret ile uğraşan bir insandı. On sekiz yaşına geldiğinde Amine ile evlendi. Amine, Kureyş kabilesi’nin Beni Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenaf’ın kızıdır. Abdullah, Amine ile evlendikten kısa bir süre sonra ticaret yapmak için gittiği Şam’dan dönerken Medine’de vefat etti.
Dünyaya gelmeden önce babasını kaybeden Hz. Muhammed’in adı, annesine rüyasında telkin edilmiştir. Doğumu öncesinde görülen olağanüstü olaylar dışında sünnetli bir şekilde dünyaya gelmesi nedeniyle onun özel bir kişi olduğu konuşulmuştur. Abdülmuttalib torununun doğumu şerefine bir ziyafet vermiştir.
Araplar arasında yeni doğan çocukları süt anneye verme âdetine Amine de uymuş ve emzirmesi için oğlunu önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe’ye vermiştir. Daha sonra çölün sağlıklı havasında büyüyüp fasih Arapça öğrenmesi için Hevazin kabilesi’nden Halime’ye verildi.
Hz. Muhammed’e iki yıl süreyle bakan Halime, iki yılın sonunda annesine teslim etmek üzere onu Mekke’ye getirir. O sırada Mekke’de veba salgını olduğu için oğlunu korumak isteyen Amine, oğlunun bir süre daha Halime’de kalmasını ister. Hz. Muhammed’i yanına