asis>gazetesinde çıkmıştı. Bir yerlerde saklamıştım, aradım bulamadım ne yazık ki! Ertem’in bu yazısı Küçük Paşa’nın gerçek değerini bana anlatıvermişti. Biliyordum, duyuyordum, Mustafa Nihat Ozön’ün kitabında övgüyle adı geçiyordu bu romanın. Ama yeni harflerle basılmamıştı. Kulaktan dolmaydı bildiklerim. Bir de kitabın yazarı büyükbabam Hâzim Bey’den bu roman üstüne dinlediklerim… Bir akşam kitabın ön sözünü, sonra da bir bölümünü okumuştu yazıhanesinin başında. Ağdalı bir dili vardı, kolay anlaşılmıyordu. Bugünkü Türkçeye çevirmek gerekliydi. Bunu söyledim, karşı çıktı. Kendisine Halit Ziya’nın bu ‘sadeleştirme’ işini yaptığını anımsatmıştım. Konu orada kapanmıştı.
Yıllar geçti. Feridun Ankara’dan bir paketle geldi bir gün. Ankara Halkevinde görevli bu genç öğretmen oturmuş Küçük Paşa’yı kısaltarak sadeleştirmiş, incelesin diye Hâzim Bey’e göndermiş. O yıllarda yaz tatillerini büyükbabamın yanında geçirirdim. 1939’dan 1946’ya kadar böyle sürüp gitti. Açıp inceledik birlikte gönderilen dosyayı, yer yer okuduk. Büyükbabam pek beğenmedi. Ben de “Biz bu işi yapsak daha iyi olmaz mı? Yer yer Ankara’nınkinden de yararlanırız.” dedim. Bu görüşü benimsedi. O yıllarda Niğde Milletvekili’ydi. Arada bir Ankara’ya Meclise gidip geliyordu. “Ben söylerim sen daktiloda yazarsın.” dedi. Ne var ki eski Remington yazı makinesi acayip bir şeydi. Kırk yıl önce Londra’dan getirmiş, Bağdat Valisi iken… “İyi bir makinedir.” diyordu zamanın geçişini unutmak isteyerek… “Şimdi daha küçük yazı makineleri var, bir tane alsak…” dedim. Bana yüz lira verdi, Babıali’ye indiğim bir gün sanırım 90 liraya bir Hermes Baby aldım. Yıl 1944 olmalı… Ki bu makine, gazetedeki masamda duruyor, hâlâ işime yarıyor.
Başladık çalışmaya. O, kitaptan bir cümle okuyor, Ankara’nın çevirisine bakıyor, çoğunlukla beğenmiyor, kendisi söylüyordu karşılığını. Kiminde de ben işe karışıyor, “Böyle olsa daha iyi.” diyordum, kabul ediyordu. Günlerce çalıştık. İki kopya olarak Küçük Paşa’yı bitirdik. Birçok bölümü attı, “gereksiz” bularak. Oysa o parçalar da ilginçti. Belki romanın akışını bozuyordu, ama belgesel bir değer taşıyordu. Yüzyıl başında Anadolu köylerinin gerçekleriydi hepsi. Askere almalar, askere giden delikanlının ailesinin durumu, bunlar gibi şeyler…
Kitap bitti. Bir bastırması kaldı. 1945’e gelmiştik. O iş de bana düştü. O sıralarda Selâhattin Hakkı Esatoğlu -birkaç yıl önce kazada ölen CHP milletvekili- o günlerde Hukuk’ta öğrenciydi. Yoksul bir çocuktu, ne yapmış etmiş bir dizgi yeri açmış. Ona gittim, Esatoğlu’nun yerinde dizgiye başlandı. Büyükbabamın Türkiye Yayınevi’nde bulunan birkaç top kâğıdını da Esatoğlu kendi yerine götürdü. Ne var ki dizgi bitmeden Esatoğlu’nun iş yeri topu attı, basılan formaları güçlükle ele geçirebildik. Ne kâğıtlar vardı, ne de Esatoğlu… Bu kez başka bir basımevine götürdüm kitabı. Küçük Paşa mutsuz bir çocuğun öyküsüydü. Kitap da şansızlıklar içinde hazırlanıyordu. Esatoğlu’ndan önce Avedis adlı bir basımeviyle anlaşmış, müsveddeleri ona teslim etmiştim. Yeni Dünya gazetesinin içindeydi bu dizgi yeri. 4 Aralık 1945’te “Yeni Türkiye” basımevi baskına uğrayınca Küçük Paşa’nın müsveddeleri de yok olmuştu. Esatoğlu’nun iflası da ikinci acı olay oldu. Kendimi suçlu sayıyordum; hem para, hem kâğıtlar, hem de müsvedde yok olmuştu. Neyse romanın son bölümünü yeniden hazırladık, bu kez Millî Mecmua basımevine verdik, kitap orada tamamlandı. Yarısı başka punto ile diğer yarısı da daha başka bir puntoyla çıkmıştı. Ama sonunda kitap ortadaydı. Ne var ki bu olaylar canımı sıkmış, beni de güç duruma düşürmüş, büyükbabamı da üzmüştü.
İşte Küçük Paşa’nın sadeleştirilmiş ikinci basımının öyküsü böyle. Ortaya çıkan kitabı büyükbabam hiç beğenmedi, bir dağıtıcıya verdik, parasını da alamadık. Neyse birkaç eleştirmeci arkadaş güzel yazılar yazdılar, kitabın yazınımızdaki yerini, önemini belirttiler. Büyükbabam da son yıllarında “kalıcı” bir yapıt vermenin huzurunu duyabildi az da olsa… Ne var ki o, Küçük Paşa’yı “edebî” bir yapıt saymıyordu, köy gerçeklerinin, acılarının sergilenmesi için yazmıştı bu romanı; dikkatleri köylere, köylülere çekmek için… Ön sözde de bunu açıkça belirtiyordu: “Bu kitapta Anadolu facialarının hepsi değil, en önce söylenmesi gerekenlerden bazıları söylenmiş oldu.”
BİRİNCİ KISIM
I
Anadolu’da bir köy…
Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükümetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lazım geldikçe hatırladığı köylerden biri.
Anadolu’yu görmeyenlerin, büyük şehirlere mahsus her türlü gürültülerden sıkıldıkça birer sükûn ve huzur yeri olmaları tasavvuru ile sakinlerine gıpta ettikleri fakir ve sefalet yuvalarından biri olan bu köyün mevkisi, bir şairi, bir ressamı yalnız bir şiir yazmak, bir tablo krokisi çizip geçmek için belki memnun edebilirdi.
Bu küçük köy, dört taraftan yüksek, alçak, çoğu çıplak dağlarla çevrilmiş, enine boyuna birer ikişer saat uzayan ve topraklarının kuvvetiyle ünlenen bir ovanın kuzeybatısına doğru keman sapı şeklinde kıvrılarak iki dağ silsilesinin arasına girdiği yerde kurulmuştur.
Bir saat kadar yan yana uzayan bu iki dağın eteklerinde sağdan, soldan hiç umulmaz yalçın kayalar arasından süzülüp çıkan berrak suları toplaya toplaya, gittikçe çoğalarak, taştan taşa çarpıla çarpıla köpürerek bir çay hâlinde akıyor; ötede beride etrafı yeşil çimenli çukurlarda biraz durarak, güzel bulut akisleriyle yere düşmüş birer gök parçası gibi parlayarak ve sanki her şeye can veren kudretini bilir gibi mağrurane büküntülerle iki yanını selamlayarak, kâh billuri mırıltılarla, kâh velveleli çağıltılarla hayli aktıktan sonra yüksek bir kaya üstünden cam gibi şeffaf bir şelale şeklinde döküldüğü mevki de bu köy civarının güzel manzaralarından biridir.
Çayın sol tarafında yükselen dağın kırmızı toprakları üstünde kısmen görünen ve bazıları köyün arkasına düşmüş olan çok büyük taşlar gibi kim bilir, ne kadar korkunç bir gürültü ile yuvarlanarak bir veya birçok insanı, hayvanları ezmek için hafif bir yer depremi veya şiddetli bir yağmur bekleyen taşlar, kayalar altında ev, köy yaparak yaşamaya bu köy ahalisinin nasıl bir tehdit ile mecbur oldukları birdenbire anlaşılamaz.
Yaşayanlara yurt olmak değil, ölülere mezarlık yapılmak için de hiç elverişli olmayan bu mevkide, kırk kadar sefil evle bunlar içinde azaplı bir hayatı uzatmaya çalışanların hâl ve kılıkları görülünce, buralarda pek şiddetli olan ve uzun süren kışın şerrinden bir dereceye kadar sakınmak için bu müthiş uçurumun dibine sokuldukları anlaşılır.
İnsan sığınakları oldukları, ancak kapıları önünde kışın karlar, yazın gübreli çamurlar içinde görülen çıplak insan ayakları izlerinin yardımıyla anlaşılan bu pek miskin taş, toprak, çalı, çırpı yığınlarından hane diye vergi almak, bu acıklı manzaraları görüp de bir iyileştirme çaresi düşünmemek, asırlar da geçse hiç affolunmaz bir cürümdür.
Bu uçurumdan ara sıra müthiş gürültülerle köyün arkasına yuvarlanan çok büyük taşları parçalayarak faydalanmak zahmetine katlanmadan, düştükleri yerde önüne, iki yanına birer duvar yaparak onu dördüncü bir duvar gibi kullanmak suretiyle vücuda getirdikleri evcikler içinde gönül rahatlığıyla yaşayanlar da vardır.
Her şeye, her hâle pek çabuk alışan insanların en korkunç bir tehlike ile de iki kardeş gibi yan yana yaşayabileceklerini, koca Anadolu’da yer bulamamış gibi bu köy ahalisinin korkunç uçurumun altında yerleşmeleri, ispata kâfidir.
II
1312 yılı Şubat’ının son günlerinden biri idi; şiddetle hüküm süren kış, bugüne mahsus müstesna bir lütuf olmak üzere birkaç saat, umulmaz bir ılıklık göstermiş, hava açılıp güneş görünmüştü. Böyle uzun bir kışı karanlık evlerinde, ahırlarında geçirmekten pek bıkmış olan kadın -erkek insanlarla, bütün hayvanlar sokaklara, kapı önlerine çıkmışlardı. Köyün önündeki, arkasındaki dağların aylardan beri karla örtülü tepelerine küme küme ak bulutlar yığılmış; yalçın kayalar arasında mucize kabilinden yetişmiş ve yanlarına yaklaşmak mümkün olmamasından dolayı köy baltalarının tecavüzünden masun kalmış birkaç meşe, ardıç ağacının üstlerine ince tüller gibi saçaklar salıvermişlerdi.