Ebubekir Hâzim Tepeyran

Küçük Paşa


Скачать книгу

tüyleri karışmış, kirlenmiş olan böğürlerini yalaya yalaya düzelterek temizliyor; Kur’an’da tavsif edildiği veçhiyle, renkleriyle bakanları sevindiren ineklerin nesillerinden olduklarını ispat eden altın renkli danalar, kuyruklarını dikerek koşuşuyorlar; boz, kara ve demirî kır renkte ve ekseriyetle kulakları düşük, zayıf eşekler kuyruklarını oynatarak, üst dudaklarını büzerek kaldırıp, donmuş gübrelerden bir koku almak için uğraşıyorlardı. Turuncu, kırmızı ve siyah dizlikli önlükleri ile kapı önlerinde çömelen, duvar diplerine dizilen, koyu mor, göğem ve yeşil yazma yemenilerle -yalnız burunlarıyla gözlerini açık bırakmak suretiyle- başlarını örten, yanlarından geçerken tütün balığı gibi is, kekik, nadiren ıtrışahi kokuları hissedilen kadınlar yün çorap örüyor yahut iğle, kermenle iplik büküyorlardı. Ekseriyetle karınları şişik, benizleri soluk birkaç donsuz çocuk, çamurla evcik yapmakla eğleniyor; birkaç delikanlı, iki elle birer ikişer okkalık taş atarak kuvvet müsabakası yapıyor yahut adım atlıyorlardı.

      Kenarı büyük taşlarla çevrilerek bunların iç taraflarına birkaç söğüt, kavak dikilmiş olan namazgâhın, daha doğrusu köylülerin yaz günlerine mahsus uyku ve umumi konuşma mahallinin mihrap mevkisindeki büyük taşın yanında, iki adam konuşuyordu. Gerek insan, gerek hayvan derneklerinin bazılarına kuyruğu, kulağı veya yalnız kuyruğu kesik muhtelif renkte aç, yaltak köpekler karışıyordu. Bu derneklerden hiçbirine, karışmak değil, yaklaşmak bile istemeyen, kendi başına gezinen tuhaf kıyafetli biri daha vardı ki, altı üstü birbirine uymayan çeşitli esvap eskilerine nazaran çocuk mu, yaşlı bir cüce mi, kız mı, oğlan mı? Ne olduğu kestirilemiyordu. Üstündeki eski ceket, bir kolunda kısmen mevcut sırma şeritlere göre bir general ceketi idi. Buna bakılınca ya emekli yahut sürgün bir asker paşası zannedilirse de, ancak sekiz – dokuz yaşlarında bir çocuk cüssesinde görünen bu sefil mahlûkun böyle küçük adımlarla yükselme yolunda bu rütbeye kadar ilerlemesine imkân tasavvur olunamazdı; alelade bir general ceketinin eskisi küçültülerek giydirilmiş olması ihtimalini de, hiçbir yerinde bir buruşukluk, bir bolluk bulunmaması gideriyordu. Sarı maden göğüs düğmelerinden bazılarının kıvrılarak zorla koparıldıkları anlaşılan bu ceket, aynı yaşta bir paşa çocuğu üzerinde aziz ömrünü geçirdikten sonra, fakir bir köylü çocuk sırtında ezelî ömrünü yaşıyor denebilirdi. Fakat bununla muamma çözülmüş olmazdı.

      Ceketin altındaki koyu yeşil zemin üzerine, küçük mor çiçekli, her tarafı sarı lekeli bir basmadan yapılmış ve ipten bir uçkur takılmış olan don ve başında yine bu sarı lekeli basmadan gelişigüzel yırtılmış bir sargı görülünce, bunun kız mı, oğlan mı olduğu şüpheli kalıyordu. Ayaklarındaki potin eskileri yamalı çoraplarla giyilemediği için boğazları ve arkaları kesilerek tahta pabucu şekline sokulmuştu. Ellerinden birini donun altından göbeği üstüne sokmuş olan bu küçük köylüyü yakından görmek, nevini, yani kız mı, oğlan mı olduğunu kestirmeyi kolaylaştıramazdı.

      Kulaklarının altına kadar uzayıp güneş tesiriyle uçları solarak bozarmış saçlarına ve paçaları torba ağzı gibi büzülmüş olan donunun şekil ve rengine nazaran kız, ceketine bakınca oğlan olması lazım gelirdi. Ceket altında rengini muhafaza etmiş olan küçük, sarı maden düğmeli kırmızı çuha yelekten başka gerek esvabında, gerek simasında solmamış, bozulmamış bir renk, bir şey kalmamıştı. Açık mavi gözlerinin altları morarmış, çürümeye başlamış bir ayva rengi almış simasının ötesi berisi değişmiş; mini mini burnunun ucu kızarmış; çenesi, henüz kapanmış bir çıban yerinin morluğu, kırmızılığıyla çürük bir kan portakal içine benzemişti.

      Namazgâhın mihrap taşı yanında konuşan iki adamdan biri zaptiye süvarisi idi. Tellerinin yarıdan ziyadesi dökülmüş asker püskülü, hiç kalıplanmadığı için kulağının yarısına kadar inen kırmızı eski fesi, bacak arasıyla dizleri ak iplikle dikilen yamalarla tamir olunan pantolonu, ötesinden berisinden defalarca söküle – dikile garip bir şekil alan çizmeleri, rengi uçmuş turuncu ve siyah kaytanlarından yalnız arkada birer miktarı kalmış olan lacivert şayaktan eski ceketi ile bir dilenci olmadığı, ancak mihrap taşına dayadığı “kapaklı” denilen tüfekten anlaşılıyordu.

      Uçları arkasından da görülen uzun bıyığının kabalığına rağmen cılız ve rengine rağmen ihtiyar bir adamdı. Beş altı saatlik mesafedeki liva merkezinden iki günde bu sabah gelebilmişti. Bu geceyi de burada geçirecekti; en çok senede yedi, nadiren sekiz ay alabildiği maaş, çoluk çocuğunun iaşesine yetişmediği için arpa ve saman parasını yediği atını açlıktan kurtarmak, ancak böyle kısa mesafelerle meccanen yem, yiyecek veren köylerde geçirmekle mümkün olurdu; vilayet mülhakatından -her nerede arpa saman en ucuz ise vilayetin her tarafında o fiyat üzerinden- tayin bedelleri verilen zaptiye hayvanlarının asabında ne kadar kuvvet bulunur? Mümkün olsa atları yormamak ve bedava beslemek için birbirine yakın köylerin her birinde birer gün, birer gece geçirmek isteyen zaptiyeler mazur görülebilirdi.

      Bu süvari, boya tutan bıyığını bir velinimet gibi sever, ona öyle hizmet ederdi. Alay merkezinden ara sıra bir zaptiye subayı geldikçe ihtiyar süvari, boyalı bıyığının rengine uyan bir gençlik tavrı göstermek için hayli sıkılırdı; çünkü bir aralık ak saçlı, sakallı zaptiyelere yol verileceği şayi olmuştu. Zavallı süvari, zaptiye alay komutanının albay üniformasının sıkıntısına ve asker kılıcının ağırlığına dayanamayacak kadar ihtiyarlamasından dolayı, mülkiye rütbesi olan Mirimiranlık (Saadetli Paşa) unvanı verilerek sivil giydirilip yükü hafifletildiği için, artık tabi rengini almasında bir mahzur kalmayan ve dipleri beyaz, uçları siyaha yakın sincabi bıyıklarının altında kar gibi ak bir sakalın alabildiğine uzamakta olduğunu bilmezdi. Zaptiyenin yanında oturan köylü, bir zaptiye ile ahbapça konuşmak şerefine mazhar oluşundan da anlaşılacağı veçhiyle bu köyün muhtarıydı.

      Bu adamın başına geçirdiği ve üstüne mavi, Göğem yazma yemenileri birbirine dolayarak sardığı keçe külah, bindiği kulakları yanlarına kadar büküp altına almıştı. Üst dudağını tamamıyla gösterecek kadar kısa kesilen bıyığın uçları, hemen ağız köşelerinden aşağı inmekte acele ederek, birer tirbuşon gibi kıvrılan sakalın üstüne yatmıştı; bu sakalın üzerinde kızaran buruna göre pek küçük görünen ve önlerine ak – kara kaş telleri gerilen gözlerinin rengi anlaşılamıyor, yalnız kuru otlar arasında kalmış küçük birer kaynak gibi ziya gördükçe ara sıra parlıyorlardı. İnce, mor çizgili pamuk alacadan yapılmış mintanı ak sakala uygun bir zemin olduğu gibi; en ziyade omuzları soluk mavi çuhadan fermane dahi, mümkün mertebe yakışmak istediği hâlde, kalın bir kuşak üstüne “silahlık” diye beline bağladığı katmerli kırmızı sahtiyan altında başlayarak ak çoraplı ayaklarındaki kırmızı yemeniler üstünde nihayet bulan siyah keçi kılından dokunmuş potur sakalın maharetini bozarak gülünç bir kılık teşkil ediyordu.

      Bir siyah kıl kaytanla silahlığa bağlanmış beyaz boynuz saplı çakıdan başka silah nevinden hiçbir şey bulunmayan bu katmer silahlık, muhtarın her zaman yanında bulunması lazım gelen her şeyi, uzunca sigara ağızlığı, tütün kutusu, kav ve çakmağı hep bunun içindedir; mühim kâğıtlarının cüzdanı da, kenarı kara kaytan geçirilmiş gibi kirlenmiş olan külah ile bunun altındaki daha küçük külahın arasıdır, hatta kâğıt paralar geçtiği zamanlardan kalma mavi renkli beş kuruşluk bir kaymeyi de senelerden beri yağlı paçavraya dönmüş olduğu hâlde orada saklıyor; eski devrin “evrakı muzurrası” gibi bulunduğu her yeri mutlaka zarara uğratmış olan bu uçucu paranın tekrar geçmesi mümkün olmadığını söyleyenlere: “Sakla samanı, gelir zamanı.” diye cevap veriyordu.

      Muhtar, bir aralık, bu çifte külahını çıkarıp dizi üstüne koyarak ve mümkün olduğu derecede dudaklarını