Ebubekir Hâzim Tepeyran

Küçük Paşa


Скачать книгу

öyle oldu, allalem biraz ahlını da bozdu, oynamaz, gülmez, yalnız başına gezer, kendi kendine söylenir yahut üzerinde çıngıllı (çaylak) dolaşan tavuk cülüğü (piliç) gibi bir köşede durur büzülür; yediğini içtiğini gören yoh, yiyeceh de yoh ya… Güneküsen (kahkaha) çiçeğine döndü sanki her solukta biraz daha sararıp soluyor, buruşuyor. İnce hastalığa yakalanmış olmalı… Yüzüne bah hele, kırağı vurmuş pancar yaprağına dönmüş, her çeşit boya var; bu, bazı geceleri köy sokaklarında dolaşır, karanlıkta insanın yanından hayalet gibi geçer, kötü kötü öksürür.”

      Şu konuşmaya göre basma donunun delâletine rağmen kız değil ceket eskisinin şahadeti veçhiyle erkek, cüssesine rağmen cüce değil çocuk olduğu anlaşılan bu bahtsız mahlûk, yalnız bu köye değil, bütün dünyaya yabancı, her şeyden, hatta kendi mevcudiyetinden de nefret etmiş gibi geziniyordu.

      III

      Dokuz yıl önce bu köyün bağlı olduğu livanın mutasarrıfı, bir gece yarısı Nişantaşı’nda sadrazam konağından acele işaretli bir şifre telgrafı almıştı.1 Mutasarrıfa doğrudan doğruya sadrazamdan şifre değil, açık bir telgraf gelmesi görülmüş şey değildi. Gazete, kitap yasağına dair hiç eksik olmayan şifre, açık telgraflar, hep vilayet vasıtasıyla gelirdi. Şifrelikten başka acele işareti de ayrıca dikkati çeken bu olağanüstü telgrafı, Mutasarrıf Paşa hemen çözerek okudu: “Elyevm İstanbul’daki asakiri şahane efradından ve (…) kazasına bağlı (…) karyesi ahalisinden Keleş oğlu Ali’nin zevcesi olup mezkûr karyede sakine Selime adındaki hatunun sütanalığı etmek üzere buraya gelmesine zevci tarafından muvafakat edildiğinden belediye tabibi serian mahalline gönderilerek mezbûre dikkatle muayene ettirilip ileri ve emrazdan salime ve sütü evsafı lazımeyi haiz olduğu tahakkuk ederse çocuğu ile beraber hemen buraya gönderilmesi ve hareketinin bildirilmesi muntazırdır.”

      Acele işaretli bir şifre telgrafla sütanası istenmesi ve bunun için gece yarısında uykudan uyandırılması mutasarrıfı kızdıracak gibi olmuşsa da Suat Paşa gibi büyük bir zat ile tanışmaya hususi bir vesile teşkil eden bu fırsattan istifade edileceği karısı tarafından hatırlatıldığından, mutasarrıf, sabahı da beklemeyerek, belediye hekimi ile bir zaptiye zabitini beş altı saat mesafede bulunan mezkûr köye gönderdi ve vazifesini tamamıyla ifa edenlere mahsus bir kalp istirahatiyle yatıp uyudu. Selime’nin her suretle iyi bir sütanası olacağı anlaşıldığından liva merkezine getirildi, bir gece mutasarrıfın konağında misafir edilerek daha büyüğünü tasavvur edemediği bir hanım tarafından kıyafeti biraz düzeltilerek, yerli dokumadan bir de çarşaf verilmekle beraber: “Ne yapalım aceleye geldi, kusura bakma.” diyerek bir de özür dilendi. Şimdiye kadar köyden hiç çıkmamış olan Selime, bu kasabayı ve mutasarrıfın karısı gibi bir hanımı ilk defa görüyordu. Eğer uzak, yakın köylerden yazın – kışın tavuk, yumurta satan ve birer ikişer kile zahire satmak için pabuçları koltukları altında sürü sürü şehre gelip giden kimsesiz asker analarından, asker karılarından, asker nişanlılarından biri olsaydı, şu iyi tecellinin, yani sadrazam sütanalığı memuriyetinin kıymetini, ehemmiyetini takdir ederdi. Selime, ihtiyar bir polisle yük arabasına bindirilerek yola çıkarıldı ve sadrazama malûmat verildi. Bunların yol masrafları, mücrimler sevkine mahsus tahsisattan verilmesine muhasebeci muvafakat etmediğinden, belediyece verildi.

      Ali, asker olarak köyden ayrıldığı zaman, Selime üç aylık iki canlı (hamile) idi. Ali, birkaç ay bir kışlada kaldıktan sonra mensup olduğu onbaşı takımıyla Nişantaşı Karakoluna memur olmuştu. Suat Paşa’nın konağı bu karakola pek yakındı. Paşanın emektar uşaklarından Kâmil, Ali’nin köyünden olduğu için ara sıra “memleket”, yani köy yârenliği ederlerdi.

      Ali İstanbul’a geldikten altı ay kadar sonra kayınbiraderi İbrahim’den aldığı bir mektupta bir ay önce bir oğlu olduğu, dedesinin adı konarak Salih denildiği müjdelenmişti. Ali pek sevinmiş, ilk görüşmede baba olduğunu Kâmil Ağa’ya da söylemişti; Kâmil, “Uğurlu kademli olsun.” diye tebrik ettikten sonra düşündü: Bu doğumun kendileri için hiç hatır ve hayalden geçmeyecek derecede büyük bir nimet getirmesi ihtimalini söyledi. Ali sorunca, Kâmil maksadını şöyle anlattı: “Bizim konakta yakınlarda bir sütanası lazım olacak; kadın erkek birkaç kişi yirmi gündür bunu arıyor, fakat her nedense en ziyade günde bir okkalık bir süt işini büyüttükçe büyüttüler; pek ince eleyip sık dokudular; her bulunan karıda bir türlü, dört türlü kusur bularak hiçbirini beğenmediler; Salih’in anası, senin küldöken2 gibi soyu sopu belli, sütü sümüğü temiz bir yayla ineği ararlar. Ayda en aşağı üç yüz kuruş maaş verecekler, senede ne kadar eder bilir misin? Hele bir düşün, tam üç bin altı yüz kuruş, paşanın, Dilâver Bey’in, büyük hanımefendinin, küçük hanımın verecekleri bahşişler caba; hasılı, para gökten yağacak, yerden çıkacak, ver Allah’ım ver… Bu sütanalığı, sizin için kırk yılda bir değil, yüz yılda bile doğmaz bir kuyruklu yıldızdır.”

      Bu havalide gece gündüz her kıyafetle dolaşan sivil memurlardan birisinin kulağına yıldız sözü çarptı, fakat bunun sayısız emsalini bilen, gören Kâmil ehemmiyet vermedi, öksürerek biraz daha yüksek sesle sözüne devam etti: “İşine gelirse bugün hareme haber verdireyim, mutlaka isterler sanırım, çünkü dün kâhya kadın ‘İstanbullu sütninelerin kahrı çekilmez, öyleleri var ki sütü kesilir, memesi kurur da aylığım kesilir diye haber vermez, gece kandilinin zeytinyağını yedirmeye başlar; Allah kahretsin, ben ne insafsız sütnineler bilirim. Bunların en iyisi köylü sütninelerdir, bir köylü bulabilirsek çok iyi olur, çünkü onlar az şeyle çok memnun olurlar; insan, uslu bir inek gibi istediği kadar sağar.’ diyordu.”

      Bir elini mavzer tüfeği üzerine koyarak, diğerinin başparmak tırnağını kemiren, şaşı bakışı olan gözleriyle sivil polisi takip etmekte olan Ali; karısını her istediği zaman görmek, ilk çocuğu Salih’i üç dört yaşında ancak görebilecekken şimdiden onu öpüp okşamak mümkün olacak, fazla olarak ayda üç yüz kuruş para alacak… Bunun hakikaten bir nimet olduğunu takdir etti: “Kâmil Ağa’m, sen bilin, ben ne diyebilirim.” diyerek reyini Kâmil Ağa’ya bıraktı.

      Kâmil:

      “Mademki işi benim bildiğime bırakıyon, bu iyi bir düşeştir, her zaman düşmez.”

      Deyince, Ali:

      “Öyle ama konahta sen olmasan ben bu işi tutmam, onları sana emanet ediyom.”

      Kâmil:

      “Evvela Allah’a, sonra bana.”

      “Eh şimdi ne göreceksin?”

      “Ne yapacağımı ben bilirim, ne yaptığımı yaptıktan sonra söylerim.”

      Kâmil için memnunluk verici bir muvaffakiyet demek olan bu iş birliği, derhâl hareme haber verilmiş ve hemen o gece paşa tarafından yukardaki şifre çektirilmişti. Bu kadar itina ile sütninesi aranan çocuğu doğuracak Nüzhet Hanım, Suat Paşa’nın küçük kardeşi Albay Dilâver’in karısı idi. Her suretle mesut bir evliliğin ilk mahsulü olan bu çocuk için Anadolu’dan sütnine getirilmesi Üsküdar’dan bir inek getirtmek kadar kolay bir işti.

      Selime’nin geleceği gün, karşılaşmak için kocası Ali, Haydarpaşa’ya koştuğu gibi Kâmil de birlikte gitmişti. Ali beraber gelişten memnun olmadı ise de bir şey de diyemedi. Kâmil, Ali’nin karısını karşılamak için değil, kendi işgüzarlığı ile ilgili bulunan bir yayla ineği ile buzağısını selametle konağa getirmek için gitmişti.

      Vapurda, köprüde her taraftaki kalabalık, bin türlü gürültü, hele hava gazlarının keskin ziyaları Selime’yi şaşırtmıştı;