Ebubekir Hâzim Tepeyran

Küçük Paşa


Скачать книгу

başladığı günden itibaren babasının rütbesine mahsus miralay üniforması giydiği gibi, Salih’in koluna da bir çavuş nişanı takılarak üç yıldır bir onbaşı bile olmayan babasını rütbece geçmiş olduğundan, Selime: “Dünya bu, buynuz kulağı geçer.” demişti.

      Dilaver Paşa ile oğlu Haldun Paşa Edirne’ye gidince, konakta küçük paşalık makamının boş kalması Büyük Paşa’nın büyüklüğü için bir nakıs gibi göründüğünden, umumi arzuya binaen Küçük Paşalık Salih Bey’e tevcih olundu; Salih’e çavuş nişanı takıldığı gece Selime tarafından nişanın altına mavi bir boncuk iliştirildiğini görüp: “Konakta Miralay Haldun Bey dururken Salih Çavuş’a kim bakar ki…” diyerek o kötü göz yıldırım siperini söküp Selime’nin yüzüne atan, “Paşa Baba” diye Suat Paşa’nın kucağına çıkan Salih’i nasılsa Şafii mescidine girmiş bir it eniği gibi sürükleyip odadan çıkarmaya teşebbüs eden Dilber, Nüzhet Hanım’la Edirne’ye gitmeyip de Salih’in Küçük Paşa olduğunu görse, bu unvan tevcihi Selime’yi daha ziyade memnun ederdi.

      Bu unvandan kimlere, niçin ve kimler tarafından verildiğini bilmeyen Selime, birçok hanımın kocaları Paşa olduklarından dolayı hanımefendiye teşekküre geldiklerini her zaman görmekte bulunduğundan, Salih’in de gerçekten paşa olduğu zannıyla pek mesrur oldu. Paşanın, hanımefendinin eteklerini öptü, teşekkür etti.

      İnsanlara her zaman saf bir sürur nasip olmaz; her tatlı, mutlaka az çok bir acılıkla karışır. Dimağında tahayyül kudreti bulunsa, hayalinin havsalasına sığabilecek refahiyet sebeplerinin bu konak kapıcısının veya aşçı yamağının maişetleri derecelerine kadar bile yükselemeyen Selime’nin, üç yaşındaki oğlu “Küçük Paşalıkla” hükümran olduğu hâlde bu kâşane içinde her türlü huzur ve refah arasında bir hoşnutsuzluk rahatsızlığı vardı.

      Selime, Haldun’u emzirdiği iki sene müddetle mahkûm olduğu perhizden hayli üzülmüştü; çünkü sütü bozulup Haldun’un sıhhatine dokunacak mukarenetlere imkân vermemek için Selime kocasıyla ayda bir kere Nevnihal Kalfa ve Şirin Dadı’nın nezaretleri altında görüştürülürdü. Şirin Dadı da, Nevnihal de istemeyerek ifa ettikleri “ihtilatı men” memurluğundan dolayı girdikleri günahı Nüzhet Hanım’a yükseltiyor, alelhusus Nevnihal, Selime’nin himayecisi olmak saikasıyla bu yasakçılığın pek zalimane bir işkence olduğunu da söylüyor ve: “Görmüyorlar mı fukara çocukları bir düzine doğar, biri kucakta tepinirken diğeri karnında kımıldanır; biri yeryüzünde emeklerken öteki rahîmde kulaklanır; memeyi biri bırakır, öteki çekiştirir, ne yasak var, ne karantina; ne süt bozulur, ne çocukların kırmızı yanakları solar; bunlar seçme, fakat ne yapalım? Vebali yaptıranların boynuna, biz emir kuluyuz.” sözlerini de ekledi.

      Haldun memeden kesilmedikçe, Ali askerliğini bitirip istipdal tezkeresini almadıkça köye gitmek mümkün olamayacağını Ali de, Selime de bildiklerinden, birbirleriyle böyle iki kardeş gibi masumane görüşmeye ister istemez tahammül ediyorlardı.

      Siyasi cürümler suçluları gibi pek şiddetli nezaret altında görüşmeye Ali, Selime’den ziyade kızıyordu; bu mahrumiyetin de tesiriyle Ali karısını pek ziyade kıskanmaya başlamıştı. Selime köyde iken böyle değildi. Orada köy kadınlarının maişet tarzları ve iş nevileri gibi, kıyafetleri ve el ayak renkleri hemen birbirinin aynı olduklarından Selime kimsenin dikkatini çekemezdi. Güneş yakması, daima açık havaya maruz olması, kış yaz ağır işlerle uğraşmasının neticesi olarak yüzü pek esmer, vücudu ancak kemiklerini örtecek kadar semiz, eli ayağı siyah ve pürüzlü, kendi tabirleri veçhiyle pişirgeç (saç üstünde yufka ekmek pişirirken kullandıkları yanık değnek) gibiyken, şimdi öyle değil; eli yüzü ağarıp tombullaşmış, yanakları, dudakları kiraz gibi kızarmış; gözleri, çatık, kalın ve mahut “keman” teşbihini istimalde zaruret hasıl edecek kadar kavisli, göz uçlarına kadar inen uzun kaşları daha ziyade koyulaşmış gibi görünüyordu. Yiyecek şeylerin çokluğundan, uyku ve rahatın tasavvurundan ziyade, mükemmeliyetten faydalanarak semirdikçe semirip âdeta tanınmaz bir hâle gelmişti. Vaktiyle belli belirsiz olan çene çukuru, şimdi Ali’nin ağzının suyunu akıtacak kadar derinleşmiş; köy yadigârı üçer tane mavi sırça bilezik evvelce en hafif bir hareketle de şıngır şıngır öterken, şimdi birer birer çatlayarak kırılmış; yalnız vaktiyle pek geniş olan ikisi, Arapların etine dolgun kadınlar için “bacak yahut kol bilezikleri samit kadın” dedikleri gibi boğum boğum halkalanan etler arasına gömülüp susmuşlardı. Çene altında iki sıra katmerlenen ve kalça üzerine yığılan et taşkınlıklarına, bütün mesamlarından fışkıracak gibi kan feyezanlarına gıpta eden Dilber: “Pek eyi kalpli bir kadın, fakat bir hayvan gibi saygısız, besiye çekilmiş kazlar gibi kaygısız!” diye kıskançlıkla bir hakikati söylerdi. Fakat bu sözler, bir sütnine için aranan en iyi vasıfların en mühimlerinden olduklarından, Selime’nin haysiyetine dokunmazdı.

      VII

      Haldun memeden kesildikten sonra kocasıyla Selime’nin aşağı kattaki odalardan birinde -Şirin Dadı’nın, Nevnihal Kalfa’nın müşterek nezaretlerinden masun olarak- uzun konuşmalarına müsaade olunmuştu.

      Bunların her mülakatı kapıcı Abdi Ağa’ya boyalı bıyığını kıvırıp başını çevirerek “Hasbinallah…” dedirttiği gibi genç cariyeleri de tecessüse alıştırıyordu. Artık bu suretiyle hayatın memnun olmayacak, şikâyet edilecek bir yeri, bir mahrumiyeti bulunmamakla beraber çok devam edemedi.

      Yemen’de üç sene yerine sekiz yıl hizmetten sonra seksen aylığa mukabil, ellerine sekizer mecidiye bile verilmeyerek, Karadeniz kıyılarına çıkarılacak taburlar mahza İstanbul’dan geçmeyerek, memleketlerine karadan gitmek üzere vapurlardan fazla safra atmak kabilinden bir teessürsüzlükle kışın en ziyade şiddetle hüküm sürdüğü bir sırada Akdeniz sahillerine döküldükleri hâlde, İstanbul’da askerlerin “Rıza-i âliye mugayir’ hareketlerine mahal kalmamak için yine herhâlde birçok esefi mucip olaylardan sonra istipdal miadına bizzarure dikkat edildiğinden Ali tezkeresini almak üzere idi.

      Selime ile son mülakatında Ali dedi ki:

      “Bu hafta tezkeremi verecekler, her ne gadar bana da ‘Konahda kal, sana da iş bulunur.’ diyorlarsa da ben galamam; köy kohusu sögürme (külbastı) dumanı gibi burnumda tütüyor.”

      Selime şöyle cevap verdi:

      “Benim burnumda da öyle tütüyor. Bana da Nevnihal Kalfa: ‘Köyde ne yapacahsın? Oğlunun yanından ayrılma.’ diyor emme burada ben de edemem.”

      “Kulak asma Selime.” dedi Ali. “Kulak asma, bunlar yürekten değildir. Sütanası bir evde ne gadar galır? Emzirdiğin çocuk büyüdü getdi; sen ne güne duracahsın? Koğulduktan sonra getmektense şindiden gedip kişi düşelim; ben ne olsa durmam. Birçok paramız da birikti; memlekete gedelim, bu gadar yeter; yurdumuzu, yuvamızı onarıp baba çırasını yahalım; ata yuvasını şenlendirelim. Paşa, Salih’le beraber bizi de evlatlığa almadı ya; biz niçin çocuğa marda olup duralım? Paşa da, Salih de burada sağ olsunlar, selamları gelsin; sen ne dersin?”

      Memleket, yurt, yuva sözleri karışan şu mülahazalara karşı Selime ne diyebilir? Yurt velev Selime’nin, Ali’nin köyü gibi kötü bir yer olsun, yine yurttur. Yurt sevgisinden boş gönül, vatan derdinden müstesna insan mı olur? Alelhusus Selime gibi bir kadına göre Karun hazinesinin bütün mahfuzuna muadil bir iki avuç dolusu altın kazandıktan, oğlunu şanlı bir paşanın konağına evlatlık sıfatıyla yerleştirip dünyalığını da temin ettikten sonra doğdukları mahale dönmek ne büyük saadet! Selime’nin gönlünde köye dönmek için yurt sevgisinden başka cazibeli bir sebep daha vardı.

      İlk sahiplerinin ve onlar üzerlerinde başkalarının gözlerini artık hoşlandıramamaya