Ahmet Rasim

Falaka


Скачать книгу

varlıklarının yapısını millî kültürlerinin temelleri üzerinde yükseltenlerdir. Bu temellerden mahrum milletlerin ayakta durabilmeleri imkânsızdır. Bunun içindir ki, millî kültürün medenî milletlerin gelişmesinde ve güçlenmesindeki payı münakaşa edilemez. Aydınlarının geniş bir kısmı millî kültürün başlıca kaynaklarından beslenemeyen bir memleketin geleceğinden endişe edilmesi tabiîdir.

      1928 yılında Türk yazısının kabulünden sonra millî kültür hazinemizi meydana getiren değerlerin yetkililerce Türk harflerine aktarılmaması, eski yazı ile ilgisi kalmamış nesillerin bu değerlerle doğrudan doğruya olan bağlarını da gevşetmiştir. Bu durum karşısında yürünmesi gereken tek yol, şüphesiz, millî kültür hazinemizin, belli bir plana göre, bugünün yazısına ve diline aktarılmasıdır. Millî kültürün sürdürülmesi ancak nesiller arasındaki manevî bağlantının devamı ile mümkün olabileceğine göre, bu yola girmek kaçınılmaz bir zarurettir. Bu gerçeği bütün açıklığı ile gören Millî Eğitim Bakanlığı, millî kültür bağlarını sürdürebilmek için, son olarak, Büyük Türk Yazarları ve Şairleri Komisyonu’nu kurmuştur.

      Komisyonun gayesi, bugünün nesillerini millî kültürümüzle doğrudan doğruya temasa geçirerek, geçmiş ile hâl arasındaki bağları kurmak ve bütünlüğü korumaktır. Bu hedefe ulaşmak için; Büyük Türk Yazarları ve Şairleri Komisyonu, millî kültürümüzün özellikle edebî, tarihî, içtimaî sahalarla ilgili değerli kaynaklarını yeniden gün ışığına çıkararak onları yeni nesillere tanıtacak; eserleri bütün hâlinde yayımlanması gerekli görülmeyen yazar ve şairler hakkında antolojiler düzenleyecek; bu eserlerin daha iyi anlaşılmasına yardım eden ciddî incelemelerle birlikte, büyük yazar ve şairlerin 100. doğum yıl dönümlerinde, hatıralarını anmak için, birer anma kitabı yayımlayacaktır.

      Eski harfli kültür eserlerimizi yakından bilip bugünün diline aktarabilenlerin gün geçtikçe azaldıkları, ayrı bir gerçektir. Bu bakımdan, eski harfli kültür hazinemizi bir an önce bugünün aydınlarına aktarmakta kaybedilecek zaman kalmadığı da muhakkaktır. Bu gerçeği ayrıca dikkate alan Millî Eğitim Bakanlığı, sonuca hızla erişmek hususundaki kesin zarurete duyduğu inançla hareket ederek, ön planda bir millî kültür hizmeti saydığı bu büyük vazifesine yeniden başlamış bulunuyor.

      HOCA KORKUSU FALAKA

      Bu korkuyu yarım yüzyıl önce, şehirde, yarı yaygın hâlde buldum, gördümdü. Çocuk, değil kendisinin, devam ettiği mektebin hem hocasından hem de başka bir mektebin hocası olduğunu bildiği kimseden korkardı. Bana öyle geliyor ki her mektebin kalfasından, bevvâbından,1baş hafızından, âminci başısından ananın: “Bari gündüzleri olsun başımdan gitsin. Yandım bu oğlanın elinden; ne dur dinler, ne otur bilir! Artık illallah ve resûlih, ‘Yangın var!’ diye sokaklara fırlayacağım!” tarzındaki yakınmasının ev yıkımına varacağını hisseden babanın, bir sabah boynuna cüz kesesi2 geçirerek, evdeki küçük minderlerden birini yüklenerek kolundan tutunca: “Hoca Efendi! Eti senin, kemiği benim.” vasiyetiyle bir gün önce teslim ettiği o haşarı genç irisine varıncaya kadar hepsi karşısında mum direk durur; sesinden, önündeki ders rahlesine sık sık vurduğu değneğinin çat patından tir tir titrerlerdi.

      Ergen, yirmi beşle otuz yaş arasında bulunan okuyucularıma bu korkuyu ben nasıl anlatayım? O zamanlarda bir çocuk için korkunun pek çok çeşidi vardı. Çünkü çocuk laf anlamaya, laf söylemeye korku ile başlardı.

      Henüz yürümemiş, kucakta gezdirilir yahut oturduğu köşeden kayıp düşerek, yuvarlanarak, bir tarafı kırılmasın, incinmesin diye önüne yastık, bohça gibi engel konulur çağında bile elini, gözünü alan bir aleve, bir mangal ateşine doğru uzatsa odada bulunanlar hepsi bir ağızdan:

      “Cız!”

      Eğer minimini, henüz pamukları silinmemiş parmakları arasına bir şey geçirip de ağzına götürmeye davransa anası, dadısı, birkaç yaş büyük ablası, komşu hanım, kısacası kim görse:

      “Öö, kaka!” diye bağırarak zavallıyı (ne yaptığını bilmediğinden dolayı) korkuturlardı. Günler geçtikçe bu cızlar, kakalar, öö’ler bir duyuru kumandası niteliğine girer, ninnilerdeki:

      Dağda gezer dağcı baba

      Bir elinde kalın sopa.

      Himmet edin uyusun

      Zindandaki Cafer Baba.

      gibi kulağa koymalar yetmeyince:

      Haydi git hav hav, benim oğlum uyuyacak!

      Ay, hav havlar geliyor. Kapa kızım gözünü! telkinleri başlar, bunların arasında:

      Maaav! sesleriyle kaba kedi taklitleri,

      güm güm!

      kapı, duvar vurmaları, sert bağırışlı satıcı, dilenci seslerinin ardından büyük büyük:

      A…

      çekişler karışır, henüz emeklerken, sıralarken, “Gel bana gel!” koşusuna girerken:

      Pat olursun!

      Uf olursun!

      gözdağı verilir; en sonunda umacı gelir, giderdi.

      İşte bu kelime, eski çocukluğun iki heceli bir “yasak ve korkutma” kanun maddesi gücündedir. Çocuk bir kere bundan korktu mu artık korkar. “İyi saatte olsunlar” dan cin, peri ile dev, cadı, hortlak, evliya bu kanun maddesinin aslı faslı olmayan eklemelerindendir. Bizim çocukluğumuzda “hırsız” kelimesi büyük küçük herkesin baş umacısı idi. O zamanlar bu kelimenin özü değil, sözü bile sinir oynatırdı. Şimdi kim bilir günde kaçı yanımızda oturuyor, kaçı beraberimizde geziyor, kaçı ile iş görüyoruz?

      Önceleri bir: “Hırsız var!” bağırması bütün mahalleyi dimdik ayağa kaldırır, koca bir semti derin uykulardan uyandırır, kadınları olduğu yerde bayıltır, normal zamanlarda evlerce gözü pek tanınmış erkeklerin seslerini kısar, ya oda kapısı kilitli, sürmeli, fakat elde kama, bıçak, kulaklı, kubur, piştov ve bunlardan biri yoksa sopa, o da yoksa su testisi olduğu hâlde, gelişinin yavaşlığını değiştirmeyen sonunu, korku içinde beklerlerdi.

      Bununla beraber hoca korkusu bu nevi korkulardan değildi. Bu bambaşka bir korkuydu, kendisini tam anlamıyla saydırtan bir korkuydu.

      Ben, daha mektebe başlamadan önce karşımızda oturan Hoca Efendi’yi kafes arkasından gözetlerdim. Sabahın belli bir vaktinde acı kırmızılığı solmuş aşı boyalı, iri halkalı kapısının bir kanadı açılır; toprak, basık avlunun iç boşluğu arasında, beyaz sarığı belirir belirmez, yanlarını çember usulünde aldırdığı hâlde güya yatakta yorganın üstünde mi, altında mı kaldığı bir türlü anlaşılmasın diye – şimdi bana öyle geliyor! Çocukluğumda bulabildiğim benzeşim yönlerinden biri de budur – Hacivat gibi yukarıya kıvrık akça sakalı görünür; yaz ise çoğunlukla cübbe yerine giydiği şal taklidi, sopalarındaki renkleri soluk, kollu uzunca hırkası, hem gömlek, hem de saat cebinin bulunmasından dolayı yelek hizmetini gören gömleği, belindeki Tosya şalı kuşak, kurşunî şalvarı, ayağının ev örmesi çorabının yarı yarıya içinde kaybolduğu siyah kavaf işi namaz ayakkabıları, kış ise başındaki vişneçürüğü atkısı, sırtındaki kırk yıllık abası, babasından kalma kürkü, mest kundurası da beraber çıkardı. Bazen, Besmelei Şerife'nin keskin “sin” i (sin, “s” harfinin Arap alfabesindeki adıdır) benim kulağıma kadar gelirdi. Kolları sarkık, başı önünde, ağır ağır yürürdü. Ben, mevcut öğrencilerine nispetle gelecek nesilden olduğum hâlde, zamanımızda mensup olma kadri daha çok bilindiğinden midir nedir, her kelimenin sonuna “î” eki getirme modası uyarında ananevî, terbiyevî herhangi bir korkunun zorlayışıyla kafes önünden bile çekilir, kapı önünde bulunduğum anlarda onu görür görmez içeriye kaçar, kapıyı hızla kapar, bir daha çıkamazdım.

      Annem, kandillerde beni el öpmeye gönderirdi. Çocukluk merakı! Elini öperken hissederdim ki yumuşacık!.. O müthiş surette açılıp insanın ciğerini deldiği söylenen gözleri cana yakın; aksilik akar dedikleri suratı gülümsemelerle dolu; türlü ayıplama ve azarlama sözleri çıktığını sandığım ağzında: “Çok yaşa evladım. Elini öpenler çok olsun!” anlamında bal gibi sözler; kocaman hafız çocukları bir anda falakaya yıkar anlatışıyla pehlivanlığa yakıştırdıkları sağlam