Ahmet Rasim

Falaka


Скачать книгу

Kalfa’nın bana karşı davranışları değişti. Şu bir iki güne kadar birinden biri bana eliyle yemek yedirirken elimle yemeye başladım. Yemekten sonra her zamanki gibi elimi silecekler, artık:

      “Gel buraya!” emri geldi. Kim silecekse, elinde sabunlu elbezi, bir tarafıyla, sini kenarında, boynunda sıkı sıkı boğazıma sarılı havlu, sanki biri:

      “Teslim ol!” demiş de, olmuş olduğumu göstermek için yukarıya kaldırmışım gibi havalandırdığım ellerimi birer birer bileklerimden tutup siler, öbür tarafıyla da ağzımı, burnumu, çenelerimi iyice temizlerdi. Şimdi gençler bu iyi davranışın manasını anlamazlar.

      Bundan başka, aradan birkaç gün geçer geçmez, sandıkta bulunan iki üç kat yabanlık, (misafirlikte giyilen) bayramlık elbiselerimden ortaya yenisi çıktı. Annem giydirdi. Pek değerli bir Lahor şalı, üzerime, boynumdan ve koltuğumun altından geçirip belimin üstünden, usulüne uygun olarak bağladı. Alındı alınalı bir bayram giydiğim fesimi üzerine armut şeklinde altınlı bir nazarlık takarak, kenarı sol tarafa biraz eğilmiş olarak başıma koydu. O vaktin modası potin üstüne giyilen, terlik biçimindeki kunduramı da bembeyaz çoraplarla ayaklarıma geçirdi. Bütün ev halkı, siyahi sütnineye varıncaya kadar cümlesi yaşmaklandı. Sokağa çıktık. Ben önde tin tin… gidiyoruz, nereye? Annemin efendilerinin konaklarına, cicibabama, cicianneme el, etek öpmeye…

      Konağa vardık. Anam önde, ben yanında, sütninem arkada, ciciannemin, yani büyük hanımefendinin odasına girdik. Beni evladı gibi sever, horozum diye okşar, öper, konakta kaldıkça geceleri koynunda yatırır, giyecek kuşanacak her şeyimi yapar, çil paralar verir, hakkımda pek büyük iyiliklerde bulunurdu. Görür görmez:

      “Gel bakayım horozum!” dedi, kollarını açtı. Koştum, eteğini öpmeyi unutmamakla beraber, kendimi, o kolların arasına bıraktım. Ay! Büyük hanım ağlıyor.

      “Çok şükür yetiştirene!” diyor, gözyaşlarının içinde beni sımsıkı göğsüne bastırıyordu. Bir aralık karşısında ayakta duran anama sordu:

      “Ne vakit?”

      “Emir buyrulursa bu perşembe günü… Receb i Şerif’in de ilk kandili hürmetine.”

      “Pekâlâ, pekâlâ.” dedi, kalktı. Beni elimden tutarak büyük beyefendinin yani cicibabamın odasına götürdü. Bir iltifat, bir maşallah bolluğu da orada. Cicibabam, cicianneme sordu:

      “Her şeyi tamam mı?”

      “Tamamlandı efendim.”

      O gece konakta kaldık. Haremde kalfalar, selamlıkta ağalar, seven sevene… Hatta Başağa – ki siyahi, gayet nazik, terbiyeli bir Harem ağası idi – bana:

      “Ben gelip seni midilliye bindireceğim.” dedi. “Hakikat söylüyorum, bu müjde değdi.”

      Ertesi gün konağın tek atlı arabasına hanımefendi, ben, annem bindik. Çarşıya gittik. Bir şeyler alındı, bir şeyler ısmarlandı. Zihnim geceden beri midilli ile meşgul olduğu için pek farkında olamıyordum. Araba hanımefendiyi konağa bıraktı; sütninemi, Dilfeza’yı evimize götürdü. Annem, galiba rengi rengine uyduğu için sütnineme diyordu ki:

      “Yarın Başağa gelecek, sen beraber gider, mektepte Hoca Efendi’yi gösterirsin…”

      Başağa gelecek ama acaba midilliyle beraber mi? Midillinin aklımdan çıkmayışı, pek beynimin hevesinden ileri gelmemişti. Her bayram, Felek derler bir kambur sürücü vardı, öğleye doğru midillisiyle beraber gelir, beni gezdirirdi. O günlerden pek çok evvel annemle bir âmin alayı görmüştük. Mektebe başlayan bir çocuğu midilliye bindirmişlerdi. Ben de pek beğenmiştim. Çocukluğa has, saf bir rekabet duygusu, beni durmadan bu hayvanla uğraştırıyor, yegâne bir arzu gibi henüz yürümesini bilmeyen ruhumu dörtnala koşturuyordu.

      Gerçekten, ertesi gün Başağa geldi, sütninemle beraber mektebe gitti. Biz de Sofular Hamamı’na gittik. Akşamüstü çıktık. Ben yemeği yer yemez, aygın baygın yatağa düştüm… Gözümü açtım ki herkes ayakta.

      Bugün ne?

      Perşembe!

      Biraz kahvaltı, silinti, haydi küçük odaya, tuvalet odasına. Annem bohçaları, paketleri açtı. Hiç unutmam, birinden koyu kahverengi elbiselerimi çıkardı. Yeni bir hilali gömlek üstüne ipekli bir mintan, yine beyaz, sakız gibi çoraplar… Yepyeni galoş potin… Fakat fes, hiç görmediğim bir fes. Tablası fırdolayı dolu. Büyücek, takımı ile bir nazarlık. Sağlı sollu, başları taşlı iğneler. Yuvarlak yan çeperinin önünde incili bir ay.

      Boynuma yine o değerli Lahor geçti. Bu ihtişamla sofaya çıktım. Herkes bana bakakaldı. Şehzade misin mübarek? Beni doğruca arabaya götürdüler. Araba da doğruca konağa gitti. Biz vardık varmadık, mektep de sökün etti. Meğer bizim mektep Tezgâhçılar Mektebi’nin ilâhici takımını tutmuş. Cicibabam öyle istemiş.

      Seven, öpen, ağlayan, dua eden, maşallah diyenler arasından beni süzdüler. Konağın selamlık avlusuna inen iki taraflı merdivenlerden indirdiler ki iğne atılsa yere düşmez. Belki yüz kişi var… Ne dersiniz, ben bu yüz kişiden hiçbirini görmeyeyim de dizgini Büyükağa’nın elinde duran midilliyi göreyim!

      Beni birdenbire bindirmediler, ilâhiciler bir fasıl geçtiler, âminciler bir gürültü kopardılar. Cübbesinin bol yenleri kalkık hoca, bir dua okudu, bir âmin koptu. Biraz sonra kendimi midillinin üzerinde kırmızı bir kolan geçmiş, yeşil ince altlıklı eğeri üzerinde buldum. Hakikaten Başağa midilliyi yedeğine almış, ağalardan ikisi de birer tarafına geçmişti. Arş efendim arş!

      Alayın ta önünde uzunca birinin başı üzerinde iri bir şey gidiyordu. Mavi atlaslı kabarık bir minder takımı ile rahle. Meğer sırmalı cüz kesemle alfabe kitabım daha önde imiş.

      Ne de çabuk geldik! Zahir âmin dalgınlığı Aynştayn’ ınyeni nazariyesindeki mesafe meselesini daha o zamandan halletmiş! Bir baktım, bir daha baktım, bizim evin önündeyiz. İlâhiciler, “Kad feteha’llah” okudular, her durakta âminler fırladı. Zavallı anneciğim, başörtüsü ile pencere önünü kaplarcasına oturmuş olan şişman Karaanne’min – o zamanlardaki çocuklar için anne mi istersiniz! – kocaman omuzları arkasından bakıyordu.

      Kad feteha bittikten sonra alay daha gürültülü, daha âmini bol bir yürüyüşle mektebin kapısına vardı. Başağa beni indirdi. Bir elimden kendisi, bir elimden de mektep kalfası tuttuğu hâlde yukarıya çıkardılar. Arkamız sıra dershane doluyordu. Doğruca hocanın, hani bizim Hoca Efendi’nin makamına götürdüler.

      Minderim konmuştu. Hocam Şeyhülislam kapısına gittiği kıyafetle, diğer günlere nispetle en gösterişli, en resmî bir şekilde giyinmişti. Mübarek elini öptüm, karşısında diz çöküp oturdum. Başağa, alfabe cüzünü açtı. Hoca bir Besmelei Şerife çektikten sonra tırnakları gül gibi temiz iki parmağı ile tuttuğu kemik hilali üzerine koyarak:

      “Elif.” dedi. Ben de dedim.

      “Bugünlük dersin bu kadar…” demekle birlikte yine o pek gülen gözleriyle bana bakarak elini, çekecekmiş gibi kulağıma değdirdi:

      “Sakın unutma ha! Söyle bakayım dersin ne?”

      “Elif.”

      “Aferin!”

      Şimdi bile Nâbî’ye hak verdim, o gün bu gün hâlâ aferin! Hoca’nın hayır duası pek bereketli imiş. Allah rahmet eylesin!

      Bu esnada Başağa’nın Hoca’nın yanı başına kırmızı bir çıkın bıraktığını gördüm. Diğer iki ağa da derin bir sessizliğe dalmış olan mektebin rahleleri arasında geziniyorlar, kâğıtlara sarılı bir şeyler dağıtılıyordu. Bunlardan biri Başağa’ya fısıldayarak sordu:

      “İlâhicilere