Ahmet Rasim

Falaka


Скачать книгу

kenarlarından yarım serçe parmağı kalınlığında birçok ışın fırlıyor. Boynumdan ve koltuğumun altından geçirdiğim iki parmak enli klâptan bağı da pırıl pırıl yanıyor. Yine sütninem söyledi:

      “İçi de ipekli kumaş kaplıymış…”

      Artık evvelki kıyafetim, tuvaletim değişmişti. Bende Âmin Günü’nden artma bir sevinç vardı. Bıraksalar mektebe yalnız başıma gidecektim. Yerimde oturamıyor, evin içinde bir aşağı bir yukarı takım taklavat, yeni potinlerimin gacır gucurlarıyla geziniyordum.

      Bir an oldu ki bizim kapının tokmağı tak etti. Yüreğim de beraber hopladı.

      “Haydi mektebe!” diye akseden bir sese evin içinde iki üç ses daha iştirak etti:

      “Haydi mektebe!”

      Koşacaktım fakat, sütninem üstü siyah, içi habeşî eli ile beni tuttu.

      “Hanım’ın elini öpmeden mi gideceksin?” Dışarıya da bağırdı:

      “Geliyor!”

      Ben ilk hızımı kaybetmeksizin annemin odasına daldım. Elini öptüm.

      “Allah akıl, fikir, zihin açıklıkları versin.” diyerek o da beni öptü. Aşağıya indim. Baktım ki sütninem de hazırlanmış. Onun da elini öptüm. Kocaman bir bakır kuruş verdi. Dilfezâ’nınkini de öptüm, kapıdan çıktım ki bizim bevvâb Tahir Ağa. Onun da elini öptüm… Öyle… Öpeceksin! Hatta daha munis, terbiyeli davranmak istersen mektebe varıncaya kadar saçlı sakallı kimi görürsen elini öpecek, dua alacaksın. Çünkü tembih böyle!

      Tahir Ağa’nın yanında beş on yeni arkadaşım da vardı, ben de aralarına karıştım. Yürüdük, mektebe girdik.

      İşte bu binaya tıkılmak acı. Mektep bahçe gibi, meydan gibi bir yer olmalı ki insanın ayrıldığına değsin! Merdivenlere kadar sağlamlığını kaybetmeyen ayaklarım, oradan itibaren gevşedi. Geri geri gitmiyordu fakat ilerlemek de istemiyordu.

      Sözün kısası, hep beraber, imece ile çıktık. Dershaneden girdik ki bizim kalfa Mümin Efendi yerinde oturuyor. Benim, yumuşak ve kabarık, yüzü mavi zemin üzerine iri sarışın allı minderim de yanı başında.

      Bir el öpme daha…

      “Otur!”

      Ne yapacaksın? Oturacaksın. Mindere diz çöktüm.

      “Cüz keseni çıkar!”

      Çıkardım.

      “Dersine çalıştın mı?”

      “Çalıştım.”

      “Oku bakayım.”

      Daha cüzü çıkarmadan:

      “Elif.”

      “O kadar mı?”

      “Hoca Efendi o kadar verdi.”

      “Peki!”

      Mektep yükünü aldıkça gürültü artıyordu. Yüksek sesle “ayn”ı çatlatarak; “E’ûzü”, “sîn” i fırlatarak “Bismillah” çekenlerin, “kaale”nin “kaf” ını gümletenlerin, hızlı hızlı “bab, bat, bac” diye güldür güldür okuyanların, sabah sabah ilk okuyuş uğruna:

      “Kalfa Efendi, Ahmed’e baksana!” diyenlerin, Kalfa’nın çağırması üzerine dersini dinletmeye gelenlerin sesleri yükseliyor, dershane istimini alıyordu. Yeni olduğum için etrafıma serbest serbest bakamıyordum; ama yine gözlerim ilişiyordu. Her okuyan sallanıyordu. Hatta birinin sallanışı bana pek ahenkli geldi. Üstü pöstekili minderine diz çökmüş, iki elini parmakları sık olduğu hâlde çökerttiği dizlerinin üzerine koymuş, önündeki açılır kapanır eski bir rahlenin ortasına koyduğu Mushaf’a gözlerini dikmiş, gövdesi bir dansözün hareketlerinin ölçülülüğü ile bir öne, bir arkaya gidip geliyordu. Daha sonra ben de bu dans hareketini kabul ve taklit eder oldum. Gürültü azdıkça azdı. Hele bir sıraya gelmiş “be iki esre” derslilerin, aynı vaziyet, aynı dans hareketi ile beraber seslerini de ayarlayarak makam ile mesela do perdesinden saldır saldır okuyuşları, üzerinden daha tiz çıkan gunneli, kalkaleli, düz, falso bağırışlardan meydana gelen kulak tırmalayıcı bir şarkı gürültüsü biraz daha yükselmeye yüz tuttuğu sırada idi ki yanı başımdan onlarınkinden daha baskın müthiş bir gürültü, bir patırtı, öd patlatırcasına bir şiddetle aksetti. Kalfa, üzeri parlak, kısa şimşir sopasını önündeki rahleye var kuvvetiyle vurmuş:

      “Susun!” diyordu.

      Bir anda umumî bir sükût çöktü. Meğer tam sırasında vurmuş. Hoca Efendi de o yumuşak hâliyle göründü. Ökçesiz mestlerinin sessiz hareketleriyle bir gezici gölge gibi süzülerek evvelce size tarif ettiğim makamına geçti, oturdu. Cübbesini çıkardı, ardı sıra gelen bevvâb Tahir Ağa’ya verdi. Sopalarının rengi kaçmış hırkasıyla kaldı. Yumuşacık elleriyle – daha mektebe başlamadan önce kaç defa öpmüştüm! – sakalını sıvadı. Birdenbire köşeye bakarak birini çağırdı. Geldiğimden beri görmediğim ince sarıklı, sarışın yüzlü, sırtında temizce, iyice kavuşmuş bir üstlük, ayakları mestli, benden herhâlde beş altı yaş büyücek bir çocuk, yerinden fırlayarak Hoca Efendi’nin önüne gitti. Elini öptü, diz çöktü.

      Ben dikkat ediyordum: Hoca Efendi iki dirseğini rahleye dayadı, bir hâlde ki o küçücük hafızın başı Hoca’nın iki eli arasındaki boşlukta sallanmaya başladı. Fakat Hoca’nın bazen sağ eli hafifçe rahleye dokunuyordu. Her dokunuşta da hafız, düzeltme amacıyla başını kendi kendine sarsarak bir anda yine eski hareketine geliyordu.

      Ben, ilk anda, kitapsız okumadan bir şey anlamadım. Sonra sonra birçok benzerini görüp anladım ki o sarışın çocuk Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeye çalışıyormuş!

      O günkü dersini bitirmiş olacak ki kalktı. Bu defa koynundan bir Mushaf çıkardı. Bir şeyler gösterdi. Yine Hoca Efendi’nin elini öptü. Yerine döndü dönmedi, Hoca’nın gözleri de bana döndü. Başıyla çağırdı. Cüz kesesini kapınca seğirttim. Gördüm, tıpkı hafız gibi davrandım. Ama ben onun gibi kitapsız değildim. Cüzümü çıkardım. Cüzün yaprakları bir tarafta, tavus tüyleri bir tarafta:

      “Elif.”

      “Elif.”

      “Be.”

      “Be.”

      Ben zaten evde sütninemden de ağızdan okumuştum, “dal” a kadar biliyordum.

      “Te.”

      “Te.”

      “Se.”

      “Se.”

      “Cim” de durduk. O günlük dersim buydu. Ders bitince Hoca bana dedi ki:

      “Dersin bu kadar… Anladın ya… Annene söyle. Sana bizim mektepteki alfabeler gibi bir alfabe alsın. Bunu cüz kesenle beraber saklarsın; yazık, yırtılır. Haydi, Kalfa’nın da elini öp, doğru eve git, öğle yemeğinden sonra gel!”

      Kalfa, Tahir Ağa… Soluğu evde aldım. Herkeste bir hayret:

      “Niye geldin?”

      “Hoca Efendi söyledi.”

      “Ne söyledi?”

      “Eve git, öğle yemeğinden sonra yine gel…”

      Annem gülmeye başladı. Dedi ki:

      “Misafirlik…”

      Dedim ya, sütninem benim işime karışır. Atıldı:

      “Fakat gözünü aç, misafirlik üç gün sürer. Yaramazlık, haylazlık edersen ayaklarına ‘falaka’yı yersin.”

      BİR