Namık Kemal

İntibah


Скачать книгу

bir mevkide ve öyle bir hâl üzerine, lisanen isti’fay-i kusur için imkân göremediğinden mazerethâhâne bir nigâh-i huznalut ile beyan-i teessür etmek istedi. Kirpikleri birbirinden ayrılıp da o tarafa doğru bakar bakmaz arabanın perdesi bir kere açıldı, bilmediği yolda bir işaret göründü, gene derhâl kapandı.

      Malumdur ki ciddiyatın birçoğu uysallıktan tevellüt eder. O kabîlden olarak bu biçare delikanlının da öyle arkadaş hatırı kırmamak için ihtiyar ettiği bir hareket sergüzeşt-i, ömrünü bir facia-i cangüdaza tahvil eylemiştir.

      Arabadan edilen muamele nazarında, ismet perdesinden biihtiyarane aksetmek istemiş bir eser-i muhabbet gibi görünerek zihnine, kalbine bütün bütün istila etmiş ve birkaç dakika içinde dünyada emeli yalnız aldığı işaretin manasını bilmeye ve sahibini görmeye inhisar eylemiş idi. Bununla beraber hazm-i nefsinde kâmilane mücadelelerle rüfekasına hâlini sezdirmedi! Çamlıca’da bulundukça zâhirde herkese eğlenmekte ittiba eder fakat zihninde mahut işareti anlamak için –Mısr’ın hutut-i kadîmesini elde elifbası yok iken okumaya çalışan hükema gibiher şekilden nice mana, her vazı’dan birçok kazâyâ istihracıyle uğraşırdı. Fakat it’ab-i fikir ettikçe hallini istediği muamma işkâle düşer; muamması işkâle düştükçe zihnindeki yorgunluk artar; hayali ise bu devr-i fasit içinde hayran hayran dolaşır dururdu.

      Akibet, bereket versin ki avdet sırasında başka bir arabadan gene aynı aynına öyle bir işaret zuhur eyledi de “gûya yeni girdiği meslekte malumatını ilerletmeye çalışır yollu işaretin” ne mana ifade eylediğini arkadaşlarından birine sual edebildi ve işaret “Etraf ağyardan hali olmadıkça muhabere caiz değildir.” demek olduğunu öğrendi.

      Bu malumat üzerine ise işaret sahibesinin ismetince olan itikadı bir kat daha kuvvet bulmaya başladı. (O kadar tecrübesiz bir çocuk, ismetli bir kadının öyle işaretlerden bittabi haberdar olamayacağını nereden idrak eylesin?) Çocuk, bu fikir ile evine gelerek sabahlara kadar arabadaki hanımı zihninde bin şekle koymuş ve hiçbirinde gönlündeki arzunun timsalini görememişti.

      Sabah olunca –zatında olan fetanet cihetiyle– kendini toplamaya ve böyle bir gün içinde o kadar senelik mahsuli ömrünü terk ettirecek surette kalbine hücum eden endişeyi bir tarafa atmaya azmeyledi. Evin kapısından çıkışı dahi bu niyetle idi. Hatta yolda Çamlıca tarafına bakmak istemedi. Fakat biçare ne yapsın ki daha arkadaşlariyle Çamlıca’ya gittiği gün harekât-ı ihtiyariyyesinin eceli gelmiş ve belki mezarı orada kazılmıştı.

      İnsan her adımını rnezardan tebaüt için atar. Gene her adımda mezara bir adım daha tekarrüp eder. (Nitekim her nefesini temdid-i hayat için alır. Gene her nefeste hayatından bir nefeslik zaman eksilir.) İşte Ali Bey de o kabilden olarak Çamlıca’dan uzaklaşmak arzusuyla yol değiştirmeye başladı. Fakat her yol değiştirdikçe Çamlıca’ya daha kestirme vasıl olur bir sokağa girerdi.

      Nihayet böyle endişelerde tabiî olan “herçibâdâbât” akibet-i vahimesine ittisalden kurtulamadı. Arabadaki hanımın fikirde hayalini tasvir ile uğraşmaktan ise Çamlıca’da cemalini taharri daha münasip olacağına hükmeyledi. Kaleme Beylerbeyi tariki ve Şirket’in30 mahut “dilenci vapuru”31 ile inmeyi düşünerek yola girdi. Hemen kendini Çamlıca’da buldu. Gûya aradaki mesafe tayyolunmuş veyahut yürüdüğü yollar uykuda geçmiş idi.

      Hicrile çifte nehr-i revan gözlerim

      Ol nev-nihali hayli zaman oldu gözlerim 32

      Heyhat! İnsan için her gün zuhur eden bin türlü âmalin kaçma zafer müyesser olur! Bey, Çamlıca’ya vasıl oldu. Ancak oralarda gözüne tesadüf eden şey, arabadan aldığı işaretin yâd-i hazininden ibaret idi.

      Öyle bir vakitte kalem kimin hatırına gelir? Çeşmenin yanındaki ağacın altında bir sandalyeye oturdu. Biraz vaktini sevdiğini ağyar arasında görmüş âşık gibi beht-i sırf içinde geçirdi. Bir hâlde ki simasındaki renksizliğe, âzasındaki hareketsizliğe bakılsa taş kesilmiş zannolunurdu.

      Ondan sonra birdenbire yüzü kızarmaya, vücudundaki azanın her biri bir başka emele malik imiş gibi ayrı ayrı titremeye başladı. Yerinden fırladı. Yâriyle mev’id-i telakisini geçirmiş âşık gibi şiddetle, sür’atle etrafı dolaştı. Bir hâlde ki çehresindeki hararete, hareketindeki şitaba bakılsa oralara insan kıyafetinde bir yıldırım düşmüş kıyas edilirdi.

      Kendi hâlâ aradığını bulmak ve ondan sonra İstanbul’a inmek hülyasında iken ufuktan doğru Çamlıca üzerlerine bir karanlık çökmeye başlamış idi. Bir karanlık ki her insan için ömründen zaman geçtikçe zuhuru tabii olan perde-i şek gibi ağır ağır gelir fakat dakika be dakika yaklaşırdı.

      Bey ise o karanlığı gördükçe yorgunluktan gözleri kararıyor sanırdı. Akıbet kumru göğsü gibi her renginden nice reng-i diğer tevellüt etmek şanından olan gurup alamâtı görünmeye başladı.

      Ali Bey ise o yaşa gelince hiçbir akşam; bir yerde kalmaya validesini alıştırmamış, sebepsiz bir gün kaleme gitmemek nefsinden sâdır olmamış; hasılı kendi âdetini tabiat-i âlem, kendi fikrini sırf hakikat bilmiş bir çocuk olmak cihetiyle böyle yirmi yıllık bir ömür içinde hiç başına gelmedik bir badireye uğrayınca o kadar telaş eyledi ki hâline bakılsa ölüm derecesine gelmiş bir hastadan fark olunmazdı. İnsan bir garip hayvandır ki her şeye alışır. Her alışmadığı şeyden korkar. Hatta bazı kere o kadar korkar ki mevti (mesela) dünyada en ziyade bekasızlıkla maruf olan ikbalden ayrılmaya bile tercih eder. (Ağleb-i ihtimaldir ki ölüm korkusunun umum nev-i beşere şamil olması da mevtin bir şahsa bir kere geldiği cihetle alışıklığa kabil olmadığındandır.)

      Bey o telaş ile evine gurup ile beraber vasıl oldu ki çehresi gurup üzerinde bulunan güneş gibi hem ateşler içinde kalmış hem de sararmış idi. Kapıdan girer girmez herkesten evvel validesine tesadüf eyledi. Biçare kadın! Yavrusunu taharri eden ceylan gibi bir adım atar bir de döner etrafına bakardı. Bey’i görünce hiddet yerine o derece izhar-i beşaret eyledi ki oğlunun aguş-i vefasında birinci tebessüm-i masumanesini gördüğü zaman bile belki o kadar mesrur olmamıştı. Bu kadar meserretle beraber sitemden de kendini alamadı: “Ali’ciğim! Beni bu hâllere düşürmek insaf mıdır? Nerede kaldın?” Hüzünden, telaştan mürekkep birtakım sözlerle boynuna sarılmaya, yüzünü gözünü öpmeye, koklamaya başladı. Ali Bey’in cevabı ise: “Telaş etme! nineciğim! Şimdi yukarı çıkalım da hikmetini söylerim.” demekten ibaret idi. Fakat ne söyleyeceğini de bilmediğinden merdiven gözüne darağacı gibi görünür, gönlüne müstevli olan sıkıntıdan ise, o zamana kadar çektiği âlamın cümlesinden ziyade müteezzi olurdu. Çünkü o vakte gelinceye dek asla irtikâp etmediği yalancılığa müracaat etmekten başka validesini iknaya bir çare tasavvur edemezdi. İndinde ise hem yalan söylemek hem de en evvelki yalaniyle dünyada herkesten aziz bildiği validesini aldatmak ölümden beter bir azab-i elîm idi. Lakin biçare ne yapsın? Doğduğu günden beri meluf olduğu hicabı birdenbire terk ederek muhadderattan bir kadına nasıl hakikat-i hâli beyan etsin! Validesinin bittabi uğrayacağı endişeleri düşünmesin de ne hâl ile düştüğü felakete onu mahrem etmeye kalkışsın! Zarurî Dürug-i maslahat âmiz bih ez rast-i fitneengiz kavl-i mahudunu terk-i hicap etmek ve elbette üzmek seyyielerine tercih ile titreyerek ve söylediği sözler dudaklarını yakarcasına ağzından dökülerek: “Kalemde işimiz çok. Vapura yetişemedim. Belki yarın da yetişemem, merak etmeyin!” dedi. Hemen söylediğine pişman oldu. Çünkü pederi kendine daima “Halka söylemekten utanacağın bir işi yapmaktan nasıl utanmazsın? Sen herkesten alçak mısın ki yaptığın bir işi ötekinin berikinin bilmesinden hicap lazım gelsin de yalnız senin bilmekliğinden hicap