Namık Kemal

İntibah


Скачать книгу

gecelerce hasretine de tahammül ederim!” demeye başladı.

      Bu sözler de Ali Beyce sırf yeni bir fikir idi. Çünkü Bey, kalemine, hizmetine, tahsiline pek müdavim ise de bu sa’yi kendince bir vazife bilir ve o vazifeyi bir zevk suretinde yerine getirirdi. Yoksa hiçbir vakit büyümek, nail-i ikbal olmak hatırına gelmemiş idi.

      Öyle ikdam, ifay-i vazife gibi mealiyi itiyat ederek insan arasında gerçekten insan gibi büyümüş bir delikanlı, bir-iki gün içinde karı arkasında gezmek, yalan söylemek, validesinde hırs-i ikbal görmek gibi üç garibeye birden tesadüf edince fikri bittabi birkaç şiddetli rüzgâr önüne düşmüş bir sefineye dönerek her tarafa meyil göstermeye ve fakat bir tarafa gidememeye başladı. En büyük azmi validesine işin doğrusunu söylemek idi. Ancak akibet hevay-i muhabbet malum olan galebe-i mutlakasını icra ederek geç gelmeye ve gece kalmaya ruhsatından dolayı o defa Bey, kendini tekzip edemedi.

      Ve beyne ihtilaf il leyli vessubhi ma’rekün

      Yekürrü aleyna ceyşühu bil’acayib. 33

      Vakta ki uyku zamanı gelip de Bey kendi odasında tenha kalınca vücudundaki kan seyyale-i berkiyye sür’atiyle harekete başladı. Gûya her damarı bir telgraf teli idi ki beynine dokunan cihetinden yıldırımlar saçılırdı. Uyumak ister; muktedir olamazdı. Düşünmek ister; bir şey bulamazdı. Yirmi yıllık ömrünün tecaribi nazarında hayal gibi kalmış idi. İki günün meşhudatı ise tabiatiyle o kadar kuvvetli bir zihne hatt-i hareket tayin edemediğinden beyin hâli hayret-i sırfa müncer olmuş idi. Gûya ki gözleri açık iken uyurdu; gûya ki uyanıklık âleminde rüya görürdü.

      Bilmem gecenin haline hiç dikkat buyurulmuş mudur? Bir kere yeryüzüne o karanlık çöker; bir kere odanın kapısı, penceresi kapanır da tenhalığın vahşeti fikre, kalbe istila eder mi? Dünya ile ademin hiç farkı kalmaz. Ne tarafa bakılsa her şeye nazar taalluk etmez, ses işitilmez, yâr-ü ağyar görünmez. İnsan uykuya muktedir olabilirse Beliğ’in:

      Nakd-i can ile bu âlemden ucuz kurtuldum.

      kavlini tekrar ederek mezara girenler kadar bahtiyardır. Olsa olsa rüya görür. Rüya ise ne kadar eziyetli olur ise olsun nihayet bir-iki saat imtidat eder. İnsan uyumaya muktedir olamazsa tabii –belki zaruridir ki– nefsini, eneiyyetini gönlünün içinde saklanmış bilir. Cisim ruha bir mezar olur. Azab-i kabrin envai zuhur etmeye başlar. Acaba öyle bir hâlde hatırdan ne hülyalar geçmez? Acaba öyle bir uykusuzluk âleminde her düşündüğünü fiile çıkarmaya –Fiile çıkarmak nerede kalır?– mezara girdiği zaman münkireyne bil’ihtiyar söylemek ister kimse var mıdır?

      Acaba insanın içini dışına çevirseler –vicdanı ile tenha kaldığı zamanlar– ettiği hulyalardan ziyade nazarında müstekreh görünür mü?

      Bu cihan-i mihnette kim vardır ki bir gece tenha kalsın; bir endişeden dolayı uykusunu kaybetsin; o hâlde cihanı, nefsini, ef’alini, sevabıkını düşünsün de milletimizin en büyük edip, en büyük hâkimi olan bir zatı muhatap ederek: “Heyhat! Sözün aynı savap imiş. Âleme geldiğime ben de pişman oldum.” demesin.

      Cihanın ne türlü bir dâr-i mihnet olduğu malum. İnsanın ne kadar zayıf bir mahluk olduğu da tarif ihtiyacından müstağni. Ali Bey’in ahlakını, terbiyesini, uğradığı endişeyi yukarıda tarif etmiştik. Şimdi bir kere kendinizi onun yerine koyunuz. Bir de birinci defa olmak üzere endişeden uykusuz kalınız. (O zikri mucib-i hicap olacak tasavvuratı bir tarafa bırakalım.) Simya bilmek, kimya yapmak, dünyayı kendi reyinize tatbik için bir kuvvet-i fevkaladeye malik olmak, define bulmak, bir kıt’ada tasaltun etmek gibi ne kadar muhalat ve hayalat var ise hepsine bir cihet-i imkân ararsınız. Akıbet gene acziniz görünür; gönül mevtten başka bir şey arzu etmemeye başlar. İnsan yatağının yorganına, çarşafına bakar da kefenden, topraktan bir farkını göremez. Kendini telef etmek ister, ona da kıyamaz. Çaresiz akıbet-i hale intizar etmeye karar verir, değil mi? Ali Bey’in hâli de bu mütalaanın aynı idi.

      Zihni ne kadar tasavvurat ve hayalata muktedir ise birer birer piş-i nazarından geçirdi. Cümlesi gözüne uyku gibi tatlı fakat gece gibi karanlık, rahat gibi muhal görünürdü. Bu şeb-i yelday-yı ıstırabın sabahı ise pazar olduğundan Ali Beyce aksay-i makasit olan arabanın oralarda bulunabilmesi ağleb-i ihtimal olmak cihetiyle –diri diri mezara gömülmüş adam gibi– gözünü kırpmaksızın içinde yuvarlandığı yataktan kalkar kalkmaz ilk işi, gene o temaşagâh-i intizara azimet oldu ve Çamlıca’ya gidince iki gün evvel arkadaşlarıyla ihtiyar eylediği köşeye oturdu. İki saat intizar etmeksizin karşıdan beklediği araba da görünmeye başladı. Gûya ki ne kadar âmali var ise tecessüm etmiş de araba şekline girmiş karşısına gelmiş idi.

      Pederini, validesini karşılayarak serbestçe bir lakırtı söylemeye hicap eden çocuk, arabayı görünce biihtiyar yerinden sıçradı, istikbaline şitap eyledi.

      Kendi arabaya doğru gider, araba ise önünden firar ederdi. Gûya ki kendi talip, araba emel idi. Gide gide kalabalıktan ayrıldılar. Araba Çamlıca’dan takriben on dakika uzak bir ağacın altında durdu. Ali Bey, bir çeyrek kadar ne yapacağını bilmeyerek etrafta dolaşmaya başladı. İnsanın hâli budur: Bir maksadın arkasında dolaşır fakat husulüne en ziyade ümitvar olduğu zaman takarrübünden ihtiraz etmeye başlar.

      Bey bu hâlde sergerdan-i hayret iken arabanın şafak rengine takliden yapılmış canfes perdeleri açıldı. İçinden gene bilmediği yolda bir işaret zuhur eyledi. Bu ise Bey için halli muhal diğer bir muamma idi. Birçok tasavvurdan, tefekkürden, şüpheden, tereddütden sonra insanın her bilmediği şeyi kendi arzusuyla mutabık bir yolda tevli etmek hassa-i malumesinin vücudüne binaen aldığı işareti davet manasına hamleyledi. (Meğer zannı ayn-i isabet imiş.)

      Bu zan ile –yukarıdan beri tafsil olunan evza-i mahçubanesiyle– arabaya takarrüp etmek istedi. Bir hâlde ki gözünün, kaşının hasılı kâffe-i âzasının her hareketi istizan-i matlap için bir lisan-i edep olmuş idi. Bir on-on beş adım kadar takarrüp edince arabanın iki kapısı birden açıldı. Bey’e karşı olan tarafından kumru göğsü feraceli bir hanım, diğer taraftan iki cariye zuhur ettiler. Cariyeler seyis ile beraber bir tarafa çekildiler. Hanım, Ali Bey’in yanına doğru gelmeye başladı.

      Malumdur ki böyle seyir ziyneti olan hanımefendilerin yüzlerindeki yaşmak âdeta kabarmış düzgün demektir. Setr-i sima için değil, tezyin-i cemal için kullanılır. Belki hassası havayi gönül, hafif akıl, yalancı nezaket gibi saklamak istediği şeyi tamamiyle meydana koymaktan ibarettir. İşte, Ali Bey’in birkaç geceden beri zihnine istila eden mahbube-i vicdanı hakkında olan hayalatını gözü önünde tecessüm ettiren o ukâse-i hüsn-ü ân tavsifine seza olan, sütre-i hafifenin taalluk-i nazara hevay-i nesimiden ziyade hail olamamasıdır.

      Ali Bey ahlakında olan hicap ile gönlündeki şevk ve incizabın şiddet-i tesiratı içinde –iki mıknatıs arasına düşmüş bir cüz-i madenî gibi– sükûtu ıstırabı calip ve ıstırabı sükûtuna galip bir hâl-i mütereddidane ile nihayet derecelerde icbar-i nefs ederek gözlerinin üst kapağını biraz yukarı kaldırmaya muktedir olunca karşısında ne görsün: Üstat elinden çıkma sanemlerden mütenasip yapılı, siyaha mail samurî saçlı, incerek düz kaşlı, noktalı yeşil gözlü, siyah ve uzun kirpikli, hafif sarı üzerine mevçli koyu al yanaklı, irice çekme burunlu, ufak ağızlı, (şiddet-i şeheveti gösterir surette) ateşî kırmızı kalınca dudaklı, her karşısına geleni kucaklayacak gibi önüne mail yürür, insanın kalbine girecek gibi manzuruna dikkatle bakar bir âfet duruyor.

      Her türlü hevesat-i nefsaniyyenin şiddet-i galeyanı zamanında, o terbiyede bulunan bir delikanlı mahbub-i kalbi, ruh-i hayali olan öyle bir nadire-i rüzgârın birinci meclis-i mülakatına tesadüf ederse hayretten, giryeden başka neye muktedir olabilir?

      İşte