Namık Kemal

İntibah


Скачать книгу

ki ismi Mehpeyker’dir, ahlak ve terbiyece bütün bütün Ali Bey’in hilafına olarak gayet namussuz, gayet alçak bir ailede perveriş bulmuş ve zaman-i rüşte baliğ olur olmaz rezailin envaında mürebbilerine üstat olmuştu. Biraz okuyup yazmakla uğraştığı ve ekser-i evkatını meşhur aşiftelerin meclis-i ülfetinde geçirdiği cihetlerle tabii bir kat daha kuvvet bulan zekâvet-i dessasanesi ise bir derecede idi ki ziynette peri güzelliğinde, Haccaç dirayetinde bir iblis yaratılmış olsaydı, istediği adama tahakkümde bu nazenin kadar ya maharet gösterir ya gösteremezdi.

      Bununla beraber nihayet derecede şehvetine mağlup olduğu gibi, ahlakça dahi sevdiği adamları tâht-i tahakkümünde tutmaya talip idi ve hatta bu yoldaki teşebbüsatının kâffesinde her istediğini yapmış idi.

      Bir güzeli severdi fakat yılan bir çiçeği nasıl severse bu da öyle severdi; bir adamı nasıl sararsa bu da öyle sarmak isterdi! Mezar vücudu nasıl kucaklarsa bu da öyle kucaklamaya çalışırdı; nasıl kucakladığına dünya yüzü göstermezse bu da öyle ihtisas etmek arzusunda bulunurdu.

      Ali Bey ise hüsn-i tabiatle muttasıf olan kadınlarca en şiddetli sevdalar tahrik edecek derecelerde yakışıklı bir delikanlı olduğundan Mehpeyker daha ilk işaretini aldığı gün kendini zapt edemeyecek mertebelerde meftunu olmuştu. Bir derece ki sairleri ile ülfet etmek istedikçe bir kanun-i zaruret bildiği, taharri-i mal ve tahkik-i meşrep mukaddematını icraya bile kalkışmaksızın ve hatta velev Ali Bey fakir ve bethuy (fena huylu) olsa dahi gene dirig-i visal etmemek kararından içtinap etmeksizin mülakata gelmişti.

      Bu azm-ü şevk ile Ali Bey’e yaklaşınca birkaç kere çocuğu yukarıdan aşağı süzerek telaş ve ıstırabından söze başlamaya, iktidarsızlığını anladıktan sonra hevesat-i şehevaniyesinde zuhur eden galeyanı –bin türlü tecrübelerinden hasıl ettiği melekât-i riyakârane ile– gönlünde hapsederek masumane ve sadedilane (bönce) bir tarz ile şu yolda muhavereye başladı:

      “Beyefendi! Bir terbiye görmüş zata benziyorsunuz. Cuma günü buraya teşrif buyurmuştunuz. Arabama bir layıksız işaret ettiniz. Ben de size kalabalıktan sakınınız yollu bir işaret verdim. O güne kadar hiç seyir yerlerinde göründüğünüz yok iken bugün gene geldiniz. Gene eski yerinize oturdunuz. Karşıdan arabam görünür görünmez, eskiden beri bildiğiniz bir dostunuz geliyormuş gibi, bin türlü telaş göstermeye başladınız. Bütün seyir halkı gözlerini bize dikti. Bendeniz de şayet bir münasebetsizlik çıkar korkusuyla arkadan gelmeniz için işaret verdim. Siz ise hemen arabanın yanına yapıştınız. Kendinizi kaybettiniz. Buraya kadar bir hâlde geldiniz ki tarif olunmaz. Niçin bana bu kadar musallat oluyorsunuz? Görenler ne söyler? Beyhude yere beni lekelemekten ne hasıl olur?”

      Mehpeyker bu sözleri söylerken Ali Bey’in simasında hasıl olan şiddet-i hicap ve infiale göz ucuyla dikkat ederek ve çehresindeki asardan kalbinin sırf heyecan hâlinde ve her türlü teessüratı kabul istidadında bulunduğunu layıkıyle derkeyleyerek cevaba intizar yollu bir dakikacık sükût ettikten sonra gene kelama bed’ ile mahzun mahzun:

      “Benim bir parça yüzüme bakılırsa Allah’a emanet, siz de ay parçası gibi bir delikanlısınız. Sizin bana şayet meyliniz var ise ben de size müptela olabilirim. Sonra hâlimiz neye varır?” deyince Ali Bey’in bütün bütün ihtiyarı elinden gider. Biçare çocuk, bulunduğu yere yığılmamak için yanındaki ağaca dayanır. Kalbinin heyecanından çehresine gelen ısfırar ile bal mumundan dökülmüş tasvir gibi donakalır.

      Yâre küstahane dil arzetti dâg-i sineyi

      Ateşîn pirahen oldu germi-i haclet bana 35

      Mehpeyker hafahane-i vicdana görmekte malik olduğu hiddet-i nazar ve muamelat-i naz-ü niyazda hasıl ettiği rüsuh kuvvetiyle Bey’in gönlündeki hissiyatı tamamiyle gözünün önünden geçirdikten sonra gâh söylediği lakırtılara pişmanlık izhar eder gâh muhabbetini hissettirdiğinden dolayı gönlünde husule gelen memnuniyyet-i hafiyyeyi setre çalışır gâh muamele-i âşikaresine karşı hüsn-i mukabele bekler yollu birtakım şivelere dökülerek her bakışından bir başka ima, her hareketinde bir işve-i diğer göstere göstere Bey’i bulunduğu beht-i hazin içinden kurtarmaya çalıştı. Bu suretle yavaş yavaş çocuğun çehresine toz pembe yaşmaklar kadar hafif bir reng-i al yayılmaya başladı. Vücudu biraz yerinden hareket eyledi. Sözleri kalbinden parça parça kopar da ağzından öyle dökülür imiş gibi kesik kesik: “Bilmem nasıl teşekkür etsem! Bendeniz neyim ki meylinize nail olabileceğim! Muradınız bir biçareyi taltif etmek yahut eğlenmek değil mi? Kulunuz… Kulunuz ona da razıyım!” deyince tercüman-i hissiyat olan her türlü evzaı taklitte en mahir oyunculara hocalık etmeye muktedir olan Mehpeyker, hüzn-i derununu şetaret-i ca’liyye ile örtmeye çalışır yolda hafif hafif fakat acı bir tebessüm ederek:

      “Beyim kadınlar sahibini, hâkimini bilir. Biz bir vakit efendilerimizle eğlenmeye cesaret edemeyiz. İşimiz yalnız onlara eğlence olmaktır. Demin ‘Sizin bana şayet meyliniz varsa…’ dediğime baktınız da gerçekten sizi kendime meftun zannedecek kadar sadedilliğime mi hükmettiniz? Bilirim efendim, beyler buraya vakit geçirmeye gelirler. Her şeyle eğlendikleri gibi, biraz da önlerine tesadüf eden kadınlarla eğlenirler. Neden canım sıkılsın? Siz görülmedik bir şey çıkarmadınız ya… Âdeti yerine getiriyorsunuz.” yollu mukabele eyledi.

      Kız bu sözleri söyledikçe Ali Bey’in vücudundaki kan hiddet ve hicap ile ateş kesilerek simasındaki reng-i al yeni tutuşmuş bir alev şekli bağladı. İnfialat-i nefsaniyyesinin şiddet-i galeyanı cihetiyle lisanına da bir küşayiş gelerek dedi ki:

      “Nasıl meyil? Eğlence ne demek? Cemaliniz nerede kalır? İşaretinizi aldığım zamandan beri hayalinize esir oldum. Dün sabahtan akşama kadar divane gibi buraları dolaştım. İki gecedir bir dakika uyku uyumadım. Eğlence mi? Daha bir kere gördüm ama gözü perdeli doğmuş insan yirmi yaşına girdikten sonra o illetten kurtulur da dünyanın tezyinat-i rengârengini görürse güneşi nasıl sever, ben de sizi öyle severim. (Mehpeyker’in yüzüne haifane bakarak ve fakat bir şey hissedemeyerek) Ah! Affedin! Affedin! Canınızı mı sıktım? Haysiyetinize mi dokundum? Allah bilir ne söylediğimi ne de söyleyeceğimi bilirim. Şimdiye kadar böyle bir belaya düşmedim ki tecrübem olsun da makama münasip davranayım. Niçin kaşlarınızı öyle çatıyorsunuz? Benziniz uçtu. Ben sizinle ne vakit eğlendim ki öyle acı acı lakırtılar söylüyorsunuz? Ah! Yorgunluk bir taraftan, uykusuzluk bir taraftan, kalbin helecanı bir taraftan… Üzerimde bir ağırlık var, vücudumun âzası birbirinden ayrılıverecek sanıyorum. Buraya geldim. Sanki hafif bir iltifatınızla teselli bulacaktım. İptida ‘Arkama düşüyorsun.’ diye, sonra da ‘Eğleniyorsun diye azarladınız.’ yollu söylendi.

      Lakırtısının son kelimeleri lisanından çıktığı sırada, gözlerinin her birinde yıldız gibi bir damla yaş parlamaya ve allı sarılı yanaklarının üzerinde şafak bulutuna tesadüf etmiş şihab gibi seyrine doyulmaz bir letafetle başladı.

      Nasıl çıldırmadım hayretteyim hâlâ sevincimden

      Lisanından seni sevdim sözün gûş ettiğim demler 36

      Teessürat-i şedideye gene teessürat-i şedide ile galebe olunur. Mehpeyker ise bu dakikayı layıkıyle bilirdi. Kinayat en ciddi sözlerin bile şiddetini arttırır. Hanım ise bu hakikatten dahi gafil değildi. Binaenaleyh Ali Bey’in vicdani infialatının hararetiyle erimiş bir maden gibi her kalıba dökülmeye kabiliyet hâlinde görünce o parlak gözlerine bir mahzuniyet getirerek ve zihni arzu ve nedametin keşmekeş-i tereddüdünde mustarip imiş gibi nazarını daima yere doğru dikerek şiddet-i infial ve fıkdan-i sabırdan mürekkep bir tavr-i hazin ile: “Öyle ya biz buraya beyefendinin musallat olmasından kendimizi kurtarmak için geldik! Kendiyle görüşmek