Зия Гёкальп

Türk Töresi


Скачать книгу

teamüllere “Oğuz töresi” derlerdi. Lütfi Paşa Tarihi Osman Gazi’nin Oğuz beyleri tarafından hanlığa intihabını şu suretle anlatıyor: “Siz ‘Kayı’ neslindensiniz! Bu, Oğuz Han’dan sonra Oğuz beylerinin ağaları ve hanları idi. ‘Gün Han’ vasiyeti, Oğuz töresi mucibince Oğuz neslinden kimse olmayınca hanlık ve padişahlık ‘Kayı’ soyu var iken özge boy soyuna düşmez.”1

      Her ne kadar kulaklarımız “töre” kelimesini, “Oğuz” ismiyle beraber işitmeye alışmışsa da töre” yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret değildir. Orhun Kitabesi’nde de bu kelimeyi görüyoruz: “İkin ara idi oksuz Kök-Türk anca olurur ermiş. Bilge Kağan ermiş, alp kağan ermiş. Buyrukı yime bilge ermiş erinç, alp ermiş erinç. Begleri yime budunı yime tüz ermiş. Anı üçün ilig ança tutmış erinç. İlig tutup törüg itmiş.”2

      Şu ibareyi bugünkü Türkçeye çevirirsek şu şekli alır: “İkisi arasında Gök Türkler efendisiz (yani hür ve müstakil olarak) oturuyordu. Bilici hakanlar idiler, kahraman hakanlar idiler. Bütün buyrukları bilici idiler, alp idiler. Bütün beyleri, bütün halkları doğru idiler. Bunun içindir ki bu kadar büyük bir devleti idare edebiliyorlardı ve devleti idare ederken kanunlar yapıyorlardı.”

      Thomsen buradaki “törüg” kelimesini “kanun” diye tercüme etmiş. Hâlbuki başka bir yerde “müesseseler” (les institutions) manasını almış: “Türk Oğuz beyleri, budun eşidin. Üze Tengri basmasar, asra yir telinmeser, Türk budun, ilingin törüngin kim artatı?”3

      Şimdiki Türkçeye nakli: “Türk Oğuz beyleri ve halkları işitiniz! Yukarıdan gök basmadıysa, aşağıdan yer delinmediyse sizin devletinizi ve müesseselerinizi kim yıktı?”

      “Törü” ve il” kelimelerini bu misallerin birincisinde, “törüg” ve “ilig” şekillerinde kaf’lı (g’li), ikincisinde “törün” ve “ilin” şekillerinde nun’lu (n’li) görüyoruz. Bunlardaki g ve n harfleri, lahikalardan ibarettir.

      “Töre” kelimesinin Şark Türkçesinde “törü” şeklinde olduğunu bize Dîvânu Lugâti’t-Türk de gösteriyor: Bu kitabın üçüncü cildinin 167. sayfasında “törü” maddesini şu tariflerle görüyoruz:

      Törü – Resm (kaide). Şu darb-ı mesel bu manayı [ifade] eder: “El bırakılır, törü bırakılmaz.” Bu mesel ataların âdetine riayetin lüzumu mevkinde darp olunur. Manası, “Devlet yahut ülke terk edilebilir, hars terk edilemez.” Türklerin düşman eline geçen yerlerden millî töresinin hâkim olduğu yere göçmesi, bu meselin hâlâ ifade edilmeksizin ruhlarda yaşadığına delalet eder.

      Yukarıki misaller, bize “töre” kelimesiyle il” kelimesinin ekseriya beraber kullanıldığını da gösteriyor. İl “devlet” manasında, töre “kanun” manasında olunca bu ikili kelimenin ekseriya beraber zikredilmesi tabii olur. Bununla beraber, töre kelimesinin medlulü “kanun” kelimesi gibi mahdut değildir. Yazılmış yasalardan başka yazılmamış teamüller de törenin içindedir. Hatta hukuki töreden başka, dinî ve ahlaki töreler de vardır. O hâlde Türk töresi, eski Türklere atalarından kalan bütün kaidelerin mecmusu demektir. Töre kelimesinin, Türk kelimesiyle bir cevherden olması da hatıra gelebilir. Başka yerlerde de yazdığım veçhile, “Soğdak” kelimesi “Soğdlu” manasında olduğu gibi “Türk” kelimesi de “töreli” manasında olabilir. Kaf “ka” harfi gibi kef “ke” harfi de nispet ve vasfiyet edatıdır. Bu faraziyeye göre, Türk kelimesi töre kelimesinden çıkmıştır. Mamafih bu faraziye henüz Türkiyatçılar tarafından kabul edilmediği için şahsi bir fikirden ibarettir.

      2. TÜRK, KENDİSİNİ BAŞKALARINDAN NASIL AYIRIYORDU?

      İslamiyetten evvel, Türk, kendisini iki nokta-i nazardan sair halklardan ayırıyordu:

      1) Lisan nokta-i nazarından,

      2) Din nokta-i nazarından.

      Türk, lisan nokta-i nazarından kendisine benzemeyenlere yani Türkçeden ayrı bir dil konuşanlara “sumlım” adını veriyordu. Dîvânu Lugâti’t-Türk’te bu kelimenin manası, şu veçhile gösteriliyor:

      Sumlım Tat: Asla Türkçe bilmeyen İranlı. Bundan başka, Türkçe bilmeyen her ferde de “sumlım” adı verilir.4

      O hâlde, Arap’ın nazarında Acem ne ise Türk’ün nazarında da sumlım odur: Türkçe konuşmayan bütün kavimler sumlımdırlar.

      Türk, din nokta-i nazarından kendisine benzemeyenlere de “tat” adını veriyordu. Divan’da bu kelimeye şöyle mana veriliyor:

      Tat: Bütün Türklere göre Farsî yani İranlı. Şöyle bir darb-ı mesel vardır: “Tatın gözüne vur, dikeni kökünden çıkar.” Bu mesel tatların vefasızlığını gösterir. Dikenin hakkı kökünün çıkarılması olduğu gibi, tatın hakkı da gözüne vurulmasıdır. Başka bir meselde de şöyle deniyor: “Tatsız Türk olmaz, başsız börk olmaz.” Yani Fars Türksüz olamaz.

      Tat: Yağma ve Tuhsi kabilelerine nazaran, “Uygur kâfirleri” demektir. Onların diyarında bunu işittim. Bu hususta birçok söz vardır. “Tat tawgaç” tabirleri beraber kullanıldığı zaman manası, “Uygur ve Çinli” demektir.5

      Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Farsîlere “tat denildiği gibi, o zaman Buda dininde olan Uygurlara da “tat” deniliyordu. Demek ki Türk olanlar da başka dinde bulununca, “tat” tabirine layık görülebiliyordu. O hâlde, tat olanlar, Türk’ten lisanca farklı olanlar değil, belki dince ve törece ayrı olanlardı. Arap nazarında kâfir ne manaya idiyse Türk nazarında da “tat” o manaya idi.

      “Tat ve tawgaç” terkibinden de Çinlilere “tat” nazarıyla bakılmadığı anlaşılıyor. Demek ki eski Türklerle Çinliler arasında, dinî ve medeni bir müşareket vardı. Çinli, harsça Türk’ten ayrı olduğu için ona Türk denilemezdi. Medeniyetçe Türk’le müşterek olduğu için ona, Farsiler gibi “tat” da denilemezdi. Bundan dolayıdır ki Çinliler, tawgaç adıyla ikisinden de ayırt ediliyordu. Tawgaç kelimesi Dîvânu Lugât’e göre Çinli manasına geldiği gibi, kadimden kalma azim masnuat manasına da gelir. Bundan başka, mülkü azim ve kadim olan hükümdara da “Tawgaç Han” denildiğini söylüyor.

      O zaman Türkistan’daki telakki bundan ibaretmiş. Fakat İslam diyarında tat ve tawgaç tabirini, Farsî ve Türk manasına telakki ederlermiş. “Divan-i Lügat”, birinci telakkinin doğru olduğunu, fakat ikisinin de güzel olduğunu söylüyor.6

      Tawgaç kelimesi tew cevheriyle gaç vasfiyet edatından mürekkeptir. Tew kelimesi Dîvânu Lugât’e göre “mekr ü hile” manasındadır.7

      Bu suretle tawgaç kelimesi “fendli” manasına gelir. Orhun Kitabesinde, Çinlilerin fendiyle Türklerin birbirine geçtiği anlatılırken “fend” manasına teb kelimesi kullanılmıştır; Thomsen bu kelimeyi “cazibe ve füsun” (aménité et charme) suretinde tercüme etmiştir.8

      İslamiyetten evvel, Türkler, Çinlileri yegâne olarak “ayık ve bilgili” tanıyorlardı. Orhun Kitabesi, Çinlilerin Türklere kendi “ayık” ve “bilig”lerini verdiğini söylüyor. Thomsen, ayık kelimesini “medeniyet”, bilig kelimesini “bilgi” suretinde tercüme etmiştir.9

      Orhun Kitabesi’nde Göktürklerin Çinlilerle siyasi münasebetlerden başka medeni rabıtaları da olduğu anlaşılıyor. Çin İmparatoru’nun kitabelerin yazılması ve barkların yapılması için sanatkârlar ve yuğlara mümessiller göndermesi de bunu gösterir. Uygurlar ise Çin medeniyetine daha büyük kıymet verilerdi. Kitabü İlm-in-Nâfi’, bu ciheti güzelce aydınlatıyor:

      “Uygurların eski edebiyatından pek az şey kalmıştır. Avrupa âlimlerince malum olan Uygur lehçesinde yazılmış bu az miktarda el yazılarının hepsi, İslamiyetin kabulünden sonra yazılmıştır. Ve malik bulunduğumuz en eski el yazısı birinci miladi asra kadar çıkabilir. MaTuan-Lin adlı bir Çin müellifinin, alakadar bir velayetin